Büyük göçten önceydi, yani büyük savaştan da önce. Onun için kalabalık bir yer değil, yüzbin nüfuslu eski bir kent. Herkes hala birbirini tanıyor.
Gündüzleri toprak sokakta çakıl taşlarıyla oynuyoruz. Rengarenk minik parçacıklar, bugünün legolarını nasıl seviyorsa çocuklar, biz de bu taşları seviyoruz.
Geceleri gökyüzünde yıldızları görebiliyorsun. Yıldızları ya da komşu evlerin pencerelerini gözlüyorum. Işık olan yerleri… Karanlıkta kalmak ne güzel.
Işıklı kutunun markası Filips, eski ama çalışıyor. Bulunduğum dünyanın dışında ne varsa bana o güzel geliyor. Radyodan dünyanın her yerini dinliyorum, her dilini ezberliyorum.
Öyle büyük bir sıkıntı var ki içimde yapamayacağım şey yok. “Şey”… Yani iyilik ya da kötülük… Çünkü iyilerin kötü, kötülerin ise iyi olabildiğini biliyorum; nasıl olmuşsa olmuş başka bir gerçeklik görmüşüm gündelik yaşamın arkasında.
Bazen sıkıntım artıyor, tüm mahalleyi kötülüğün kokusu kaplıyor. İşte o zaman, karınca cesetleriyle dolu bir gölde yüzüyor gibiyim…
Bir kaç yıl sonra oradan gideceğim. Bu boğucu havadan bir an önce kurtulmam gerekiyor. Kimseyi kırmak istemem ama, yapamıyorum. Her yer dar geliyor bana. Çok geçmeden anne bildiğim kadın ölecek. Ondan geriye sadece hüzünlü bir yüz ve Vita tenekeleri kalacak. Ve her okul tatilinde gidip içinde boş boş gezindiğim tek katlı bir ev. Harap bir bahçe. Ayakta durmaya çalışan kayısı ağaçları.
Yaşama inadını onlarda gördüm. Yaşama bu kadar saygı duyamazdım herhalde, kayısı ağaçları, armut ağaçları, bir de yer elmaları olmasa.

Vitrinde bir otomobile bakıyorum. Beyaz uzun bir şey. Ne kadar güzel ne kadar ince. Çok param olsa onu alırım kesin. Kesin, bir sevgilim de olur… Kesin, Hacı Ahmet’in manitası Şennur ablaya benzeyen… Sadece yürüyerek geçirdiğim günler oluyor. Bütün gün yürüyorum. Genelde doğudan batıya doğru, sonra tekrar doğuya, bazen de kuzey-güney, ama yarım…
Ekmeğin arasına çiğköfte doldurdukları bir dükkan var. Oraya gidip karnımı doyuruyorum. Para derdim olmadı. Babam da veriyordu, hurda demir kağıt da satıyordum. Tekel deposundan atık sigara kağıtları aşırıyordum, sinemadan boş gazoz şişeleri. Zararsız şeyler. Ama “hırsızlık hırsızlıktır” derdi annem. Bir gün abimin elini kesiyormuş neredeyse evdeki bakırları götürüp sattığı için.
Kağıdı Samanharğı’nda satarım, şişeleri hastanenin arkasında alan bir adam var. Polisle ilk kovalamacam o zaman oldu. Belki de bir şey soracaktı “çocuk baksana” dedi ben fırladım koşmaya başladım. Kağıtlar dökülüyor çuvalımdan. Ulan diyorum yakalarsa hayatım hapiste geçer! Herkes “işkence yok komünistlerin uydurması” diyor ama, hiçbir bok bilmiyorlar, çünkü babam konuşmuyor, susuyor. Susması hayra alamet değil, demek ki kesin dövüyorlar adamları, öldürünceye kadar dövüyorlar hem de.
Yusuf abiyi, Haluk abiyi akılsız ettiler vura vura. Cemil diye bir öğretmen vardı teyzemin arkadaşı. Bir öğretmen kadınla tartışmışlar, kadının kocası yüzbaşıymış, bunu almışlar üç gün sonra da ölüsünü vermişler. Teyzemler çok ağladılar. Anayasaya hayır dediler.
Bence polis de asker de öldürür adamı. Kaçmam lazım. Kendimi kağıtçı amcanın yanına zor atıyorum. Öyle korkmuşum ki adam da benden korkuyor. Ermenice birşeyler söylüyor, telaşlandığı belli…
“Ulan” diyorum içimden, “bu adam Ermeni! Ermeni! Beni kesin satar, kesin polise verecek beni.” Kağıdı çaldığımı da biliyor üstelik! Vay başıma!
Hiç ses etmeden çuvalı bırakıyorum. Ne desem bilmiyorum. “Korktun mu oğlum” diyor, su uzatıyor bir bardak. “Yok abi sağol dışarısı güneş de ondan biraz terledim” falan diyorum. Saçmalıyorum. Suya zehir kattı kesin, içmemeliyim.
Böyle diye diye içtim suyu. Bir şey olmadı. İçeriye sakladı beni. Polis geldi mi bilmiyorum dükkana, bir süre sonra çıkardı. Biraz çokca para verdi. Sinema bileti kadar falan.
Yatılı okula gittikten bir yıl sonra yanına gittim. Heyecanlanınca Ermenice konuşmaya başlıyor. Bir de ağlayacakmış gibi geldi bana. Ben sigara paketini çıkarınca kendisi sarıp verdi bir tane. Saçımı okşadı cebime harçlık koydu, “kitap alırsın” dedi.
Beş yıl sonra tekrar gittim, dükkan kapalı. Ermeni mezarlığına girmek için bekçiyi evinden çağırdım. “Ne istiyorsun” dedi. Belam paçalarımdan akıyor zaten: “sana ne lan dua okuyacağım, yasak mı”.
Oğlu ile karısı da orada yatıyor, yan yanalar. Oğlu varmış benden iki yaş büyük, anasıyla beraber kazada ölmüş. Orada gördüm. Mezarlık öyle serin öyle güzel geldi ki bana… Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde…
O yıl sokağımızı asfalt kapladılar. Nasıl içim acıdı. Yüzlerce binlerce çakıl taşı, yuvarlak, köşeli, büyük, küçük.. En çok mavisi var, sonra kahverengi, kırmızı, küçük turuncular ve biraz yeşil. Bir de üstünde beyaz kuşak olan mat griler, parlak siyahlar.. yumuşacık, pürüzsüz. Çocukların bütün neşesi gitti anlayacağın; bütün renkler gitti, yerine simsiyah bir asfalt geldi.
* Bu yazı ilk kez 21 Nisan 2015’te yayınlanmıştır.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
Yaa abi çok güzel bir o kadarda hüzünlü bir hikaye,çocuk yaşlarımızda sırtımızda,yüreğimizde dimamızda ne yüklerimiz varmış .Bizler büyürken o yükler insan olmamızdaki kilometre taşları ağırlığı ne kadarsa insanlığımız o kadardır ..saygılar
Var olun.