Bir iki hafta evvel Türkiye’de sağlam kış olmuş, Nisan ayında Ankara’ya, Malatya’ya kar yağmış. “Nisanda kar mı olur yahu” diyor bazı arkadaşlar. Olur, nisanda, hatta mayısta bile kar olur.
Dünyanın düzeninin henüz bu denli şaşmamış olduğu zamanlarda yazın gelişini gözleyen insanoğlu binlerce yıllık bir tarım takvimini kullanırdı. Takvim dediysem öyle yazılı çizili bir şey anlamayın, ağızdan ağıza aktarılan bir tür sözlü ölçüden bahsediyorum.
Ben bunu, 1.500 metre yükseklikteki bir dağda hala bir tür şaman gibi yaşayan böyganamdan, yani babamın anasından öğrendim.

Eskiden yıl iki mevsime ayrılırdı. Kış ve yaz. Kışa “kasım”, yaza da “hızır” ya da “hıdrellez” denildiği de vakidir. Kasım yani kış, bugünkü takvimle 8 Kasım’da yaz ise 6 Mayıs’ta yani Hıdrellez günüyle başlar.
Hayatını topraktan kazanan köylü, havaya karşı güvensizdir, hep temkinli olmalı ve iyi hesap yapmalıdır. Hekimhan’da “kış gününün hoşluğuna, Osmanlının dostluğuna güvenilmez” derler. Yani köylünün gözünde “devlet” kadar tekinsiz, akıl erdirmesi zor bir şeydir hava durumu. Onun için bu takvim ve mevsim hesabı yaşamın akışında son derece önemlidir. Misal, çobanlar 6 Mayıs’ta işlerine başlarlar 8 Kasım’da kış mevsimi başlarken sürüyü dama koyup sahibine teslim ederler.
Yaz 186, kış ise 179 gün sürer. Kış mevsimi dört bölüme ayrılır : sırasıyla Kasım, Zemheri, Hamsin Erbain. Arapçada hamsin elli, erbain ise kırk demektir, ancak bu son dönem aslında 45 gün sürer.
Kışın doksanıncı günü yani Kasım 90 (5 Şubat), toprağın canlanmaya başladığı gündür. Kasım 100 (15 Şubat) saban vaktidir, toprağı havalandırmak gerekir, leylekler de Kasım yüzde gelirler. Köylüler şöyle derler : Doksan, toprağa koksam. Yüz, sabanı düz. Yüzelli, yaz belli.
Şüphesiz, işin en heyecanlı kısmı baharın gelip yazın yaklaşmasıdır. Bunun için erbain özellikle karmaşık bir dönemdir. Böyganam, “haftalar çıktı, cemreler düştü” derdi. Bundan sonra garının gışı, Martın dokuzu, Abrilin beşi gelir, bunlar da çıktıktan sonra artık önümüz yazdır.
Böyganamın haftalar dediği, Kasım 86’da başlayan hamsin günlerinin ilk üç haftasıdır. Haftalar çıkınca Kasım 105’te yani 7 Şubat’ta (ya da Jülyen takvimle 19 Şubat’ta) ilk cemre düşer. Bu ilk cemre havaya, daha sonra diğer cemreler birer hafta arayla suya ve toprağa düşerler. Türk kültüründe cemrenin “imre” adlı bir cin tarafından yapıldığına inanılır. İlkbaharda görünüp ışık saçarak önce göğe yükselir sonra buza düşüp onu eritir sonra da toprağa karışır. Yani artık bahar göründü demektir.
Son cemreden sonra sağlam bir soğuk gelir, böyganamın “garının gışı” dediği bu soğuklara şehirlerde karakış ya da kocakarı soğukları denir. Yedi günlük garının gışı için “Üçü şubatta dördü martta” derler, 26 Şubata başlar 4 Marta kadar sürer. Öyle bir soğuk olur ki “kocakarının soğuğu teper tandıra tavuğu”.
Böyganamın Mart dokuzu dediği ise Nevruz’dan başka bir şey değildir. Eski takvimle 21 Mart’a denk gelir. Geceyle gündüz eşittir ve artık bahar kesinlikle gelmiştir. Yazın başlaması için geriye tek engel kalmıştır: Abrilin beşi. Yeni takvimle Nisan ayının onsekizinci ve buna yakın günleri fırtınalı bir soğuk gelir. Fırtına öyle kuvvetli olur ki “Sakın abril beşinden camızı ayırır eşinden”derler. Bu da geçince “ver hıdrellezi veriyim yazı”, Abril 23’te yeni takvimle 6 Mayıs’ta hıdrellez gelir, yaz başlar.
Ama yazın kesin kes gelmesi yine de pek kolay olmaz. “Bir guşum var ötmedikçe, bir otum var bitmedikçe yaz gelmez imiş” derdi böyganam. Bu kuş böyganamın “yapalag” dediği, sizin baykuş diye bildiğiniz kuştur. Ot da üzerlik otudur. Haziranın ortasına doğru bunlar görünmeden yaz gelmiş sayılmaz.
Böyganam ayları da temmuz- ağustos diye değil tarladaki işlere göre orak – harman – avara – ekim diye sıralardı. Ekim mevsimi geçip de koçkatımı geldiğinde koç önce kara koyuna giderse “kış uzun geçecek” derdi. Bazen daha önceden bilirdi, misal aşısız erik, biz erik deriz de kayısı yani, aşısızı da zerdali oluyor, bol çıkarsa kış sert geçecek, ya da çok ayva olmuşsa kesin zor bir kış geliyor.
“Allah yaz günlerini uzun yaratmış bitmeyen işler bitsin diye, kış günlerini kısa yaratmış yetmeyen yemekler yetsin diye” . Yazın günler çok uzadığı için evimizin toprak damından yıldızların tek tek belirmesini izlerdim. Tandırda yanan çalı çırpının çıtırıtsı duyulurken böyganamın koşuşturması hafifler, ben de sıcak toprağa uzanır gözlerimi kapardım. Gümüş’ün kuru ekmek yerken çıkardığı sesler sofranın kurulduğunu haber verirdi. Ama Böyganam beni çağırana kadar yerimden kıpırdamazdım. Ben gitmezsem ısrar etmeye Gümüş gelir, burnunu yüzüme dokundururdu.
Yaz günleri güzeldi ama ben yine de kışı, kış gecelerini özlerdim. Çünkü kışın böyganam gün boyunca çalışıp bu kadar yorulmadığı için akşam sofradan kalkınca taklitler yapar hikayeler anlatırdı. Köyde abartarak taklidini yapamadığı kimse yoktu, her akşam yeni senaryo yazar bunları hem anlatır hem oynardı. Lisede yatılı okula gidene kadar hiç tiyatro görmemiştim. Şehirlilerin tiyatrosunu gördüğümde pek fazla etkilenmedim, çünkü böyganamın temsilleri hepsinden daha sahici duruyordu ve daha komikti. Aynı şekilde şu medeni takvime de uyum sağlayamıyorum bir türlü, çünkü geçip giden günlere doğanın ikide bir bizi şaşırtmasına baktıkça böyganamın öğrettiği takvim daha gerçekmiş gibi geliyor
* Bu yazı ilk kez deligaffar.com’da 16 Nisan 2015’te yayınlanmıştır.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
Bizim Bayburt’ta da “korkma zemherinin kuşundan, kork ağrılın beşinden” derler.
abril’i ağrıl diye okuyorlar demek ki.
Bizim bulunduğumuz yerde , zemheriye – zahmeri derler, yani benim böykanam öyle derdi.