Şöhretin kişilik üzerinde umumiyetle deforme edici bir etkisi vardır. Bunun için ünlü insanlar bizlere pek benzemezler. Her biri kendini galaksideki bir yıldız sisteminin güneşi gibi hisseder. Dünya, gezegen, uydu, meteor Allah ne verdiyse bunların çevresinde dönmektedir. Yedikleri içtikleri, giyimleri kuşamları, ilişkileri her bir şeyleri bizim gibi insanlardan farklıdır. Şöhret olma halinin doğal bir sonucudur bu. Magazin programlarında, paparazzi gazetelerinde, hatta artık adı kültür-sanat olan programlarda falan bile sürekli bu insanları görürsünüz, vitrindedirler.
Ancak vitrinde görülen öykü “hale”, yani bugüne dair bir öyküdür. Oysa tüm bu insanların bir de geçmişi vardır, yani şöhret olmadan önceki halleri. Bu kısımlar genellikle biraz deforme edilerek, hatta bazen tamamen uydurularak yeniden yazılır. Bu yeniden yazma ya da uydurma işi bugünkü mesleki hedeflere uygun şekilde yapılır.
Örneğin, Türkiye toplumunun en kolay “yediği” ve en çok hoşuna giden, acıklı öykülerdir. Tüm şöhretler aslında ne kadar da acılar çekmiş insanlardır, ne kadar da yokluk yoksulluk içinden çıkıp bu günlere gelmişlerdir…!
Şarkıcımız, türkücümüz, sinemacımız mutlaka bir aile sıkıntısı çekmiş, bir hastalıkla mücadele etmiş, parasız kalmış ya da itilip kakılmıştır. İnşaatlarda çalışan İbrahim Tatlıses, bir türlü anne olup sıcak bir yuva kuramayan Emel Sayın, babasının ekmek parası kazansın diye çalıştırdığı Serdar Ortaç, ana babası tarafından sahip çıkılmayanlar, patronunun tacizine uğrayanlar vs. hepsi bunun örnekleridir.
Şöhretin geçmişinin yeniden yazılması o kadar önemli bir iştir ki artık profesyonel bir emeğe konu olmaktadır. İşi bu biyografileri yazmak, senaryolaştırmak, filme çekmek olan insanlar vardır. Müzik şirketleri, yapımcılar falan öyküleri bu adamlara yazdırmakta, sonra da PR’cılar ile cilalamaktadır. Çünkü amatörce yapılan işlerde beklenmedik kazalar ortaya çıkabilir. Misal, Gönül Yazar’ın yaşından evlilik sürelerini çıkardığınızda geriye 7 yıl kalmaktadır. Yani iki evlilik arasında hiç ara vermemiş olduğu kabulüyle bile İzmir’deki ilk evliliğini 7 yaşında yapmış olması ve bu itibarla İzmir Radyosu Korosu’na da 5 yaşında solist olarak kabul edilmiş olması gerekir:)
Yaşam öykülerini profesyoneller yazarsa bu tip kazalar da ortaya çıkmaz. Şöhretimize de bu yazılanlara önce kendisi inanmak ve sonra da çevresini inandırmak düşer. İşte Ciguli’yi diğer şarkıcı türkücü takımından ayıran şey de budur.
CİGULİ VE GAFFAR
Memlekette ayağım yere sağlam bassın diye neredeyse her yıl tekrarladığım iş kurma denemelerinden biri artistlerle şarkıcılarla ilgili bir şeydi. Ne olduğunun detayına girmeyeyim, artist takımından insanlarla başbaşa şöyle en azından bir kaç gün geçirmem gerekiyordu.
Ciguli ile de o zamanlarda tanıştım. Yaptığım iş gereği bu adamların yaşam öykülerini çok detaya girmeden öğrenmem gerekiyordu. Yurdumuzun hafiften solcu geçinen “delikanlı” artist takımının bile aslında uyduruk yaşam öykülerini pazarladığını görmem çok uzun zaman almamıştı. Her birinde şu Gönül Yazar vakası gibi çelişkiler, saçmalıklar, samimiyetsizlikler kabak gibi sırıtıyordu.
Ciguli ile ilk buluşmamız Yenibosna’da bir televizyon stüdyosunun kantininde oldu. Tuhaf sesiyle ve akerdeonuyla “esnaf karısı Binnaz”dan söz eden, İbo’nun Hülya’nın şovlarında müzik yapan bir adam, sempatik biri ve insanlar onu seviyor. Yaşça benden çok büyük ama bana “abi” diye hitap ediyor!
Daha sonra onun tipik bir Rumeli köylüsü olduğunu, benzeri diğer düğün çalgıcıları gibi biraz boynu bükük yaşadığını ve sadece bana değil herkese abi dediğini fark ettim. İkinci üçüncü buluşmalarımız daha serbest yerlerde oldu, kahvelerde falan. Uzanıp garsonun elinden kendi çayını alıyor, hesap ödeme zamanı gelince cebinden buruş buruş “düğüncü” parası gibi paralar çıkarıp ödemeye kalkıyor. Ben ona ne sorsam hiç tereddüt etmeden ık-vık yapmadan, “Tanrı katındaki ünlüler” gibi değil, normal bir insan gibi yanıt veriyor… Ve en önemlisi sürekli gülümsüyor. Pırıl pırıl kocaman gözleriyle ve tüm yüzüyle gülümsüyor.
O denli içten, o denli açık bir adam ki anlattığı öykünün her harfiyle gerçek olduğunu anlamak hiç de güç değil. O güne dek onlarca “artiz” ile görüşmüşüm, içlerinde çok çok ünlüler olduğu gibi yeni türeyenler falan da var, hiç birinin hali, tavrı, öyküsü bu kadar gerçek değil, hiç biri bu kadar samimi, bu kadar “insan” değil.
KENDİNE KOMÜNİST DEME
Böyle olunca biraz daha özel, biraz daha yakın konuşma fırsatımız da oldu. Ciguli, Bulgaristan’da ağırlıklı olarak Türklerin yaşadığı Hasköy’de (Haskova) doğmuş. Roman zannediyorlar ama aslında Türk. Geçimini çalgıcılık yaparak sağlayan birisi. Köylerde düğünlere falan gidiyor. 1980’lerde bir yolunu bulup bir kaç kez Türkiye’ye geçmiş, sağda solda çalgıcılık yapmış. Bulgaristan’da rejim değişince, biraz da oradaki işsizlik yüzünden tası tarağı toplayıp abisinin yanına, İstanbul’a gelmiş. Sonrası bildiğiniz hikaye.
Ciguli’nin asıl adı Ahmet. Ama Todor Jivkov’un çakma sosyalizm döneminde Türkçe isim kullanmak yasaklandığı için resmi ismi Bulgarca, Angel.
Ciguli lakabını da akerdonu hızlı, kıvrak çaldığı için takmışlar. Şöyle ki, Jiguli (Zhiguli) 1970’lerde Sovyetler Birliği’nde üretilen bir otomobilin markasıdır. Bizde Lada diye bilinen otomobil. Döneminin kıvrak ve atak bir otomobili olarak görüldüğünden hızlı ve atak akerdeon çalan Ciguli’ye de bu ismi takmışlar.
Bizim sohbet özelleştiği için önce ben ona bu Ciguli adının Samara’daki dağlardan geldiğini, o dağların adının da eski Türkçedeki Ziguli sözcüğünden türediğini söylüyorum. Kayık çeken ırgatlara verilen isim. Buna pek seviniyor, pek gülüyor.
Tabii konu Sovyetlerden Samara’dan, Volga’dan falan açılınca biraz kaşıyorum, “yav Ciguli Bulgaristan’da sosyalizm varken daha iyi değil miydi” falan diyorum…
“Yok be abi olur mu öyle şey” diyor.
Diyorum: “ekonomi daha iyiydi iş vardı para vardı sağlık vardı bakım vardı…”
“Abi haklısın” diyor “bunlar daha iyiydi ama hürriyet yoktu, ismimizi bile koyamıyorduk çocuğumuza..”
Bu sözleri hiç unutmadım, demek ki hürriyet bir halkın kafasında açlıktan tokluktan bile önemli olabiliyormuş…
“Ama Ciguli” diyorum “komünistler daha eşit, daha özgür bir toplum için çalışırlar, kapitalist vurguncular gibi değillerdir..”
“Bizdeki komünistler öyle değildi abi” diyor “fena adamlardı hepsi, zalimlerdi…”
“Ama bak ben de komünist sayılırım” diyorum
Gözlerini hayretle açarak gülümsüyor
“sen kendine öyle deme abi, sen iyi bir adamsın, yakıştırma kendine öyle şeyleri” diyor..
İkimiz de gülmeye başlıyoruz. Ciguli gerçekten şaka yaptığımı zannediyor, bense faşizmin bir türünün yıllarca nasıl “sosyalizm” diye yutturulduğunu düşünüyorum.
BABALIK
Ciguli’den aldığım dersler bunlarla sınırlı değil, bir de ilginç bir şey daha oluyor. O zamanlar bizim işe dahil olan artiz takımına bir saat firmasının verdiği saatleri hediye ediyoruz. Şarkıcı türkücü takımı, genelde küçümser bir edayla alıyorlar saatleri, teşekkür bile etmiyorlar çoğu zaman.
Ciguli’ye saati veriyorum. Kutuyu açıyor, uzun uzun bakıyor, koca parmaklarıyla seviyor… Hiç öyle karizmam çizilir mi falan derdinde değil, “abi çok güzelmiş gerçekten” diyor, “benim oğlanın düğününü yapacağım bu yaz, ona hediye götürürüm bunu, çok teşekkür ederim…” Kutuyu ceketinin cebine koyuyor. Kıymet bilen, teşekkür etmeyi bilen bir adam ve bir baba, güzel olan bir şeyi önce evladına yakıştıran tüm babalar gibi gerçek bir baba.
Bu söylediğim dışında Ciguli’yi bir daha hiç görmedim. Ama her zaman iyilikle, güzellikle anımsadığım biri oldu. İki üç günlük görüşmelerimiz hayatımın hiç unutmayacağım deneyimlerinden biri olarak kaldı hafızamda. Bu sefer olması gerektiği gibi olsun, ben “abi” diyeyim sana : Güle güle Ciguli abi, senin gibi güzel yürekli birine cennet yakışır eminim, huzur içinde uyu….
*Bu yazı Ciguli’nin ölümü üzerine yazılmış ve ilk kez 2 Kasım 2014’te yayınlanmıştır.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : Gaffar.Yakinca
YouTube: Gaffar Yakınca
Bir yanıt yazın