İki binli yılların ortalarında BBC’de çıkan bir haber, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti televizyonunda yayınlanan bir programın erkeklere “doğru saç traşı” konusunda öğütte bulunduğunu söylüyordu. Habere göre, KDHC devlet televizyonu belirli saç modellerini özendiriyor, çok uzun ya da çok kısa saçın makbul vatandaşlıkla uyuşmadığını söylüyordu. Bu uygulama, Batıda KDHC’ni küçümsemek için kullanılan sayısız argümandan biri oldu.
KDHC ile alay edenlerin atladığı nokta, böylesi “zorbalıkların” sosyalist yönetimlere, ya da en azından KDHC’ne özgü olmadığı idi. “Kore kalkınma mucizesinin” mimarı olarak gösterilen Park Çung-hi döneminde benzer bir uygulama Güney Kore’de de yapılmıştı. 1971 yılında çangbeil tensoug (uzun saç tedbirleri) adı verilen uygulama ile resmi görevliler, Seul sokaklarında genç erkeklerin saçlarının boyunu ölçmeye başladılar. Hükümet daha sonra bu uygulamayı töphe munga tensoug yani “dejenere kültür tedbirleri” ismi ile tüm alanlara yaydı. Kadınların etek boylarından, klüplerde çalınan şarkılara kadar herşey denetlendi. Pek çok şarkı ve film “dejenere” bulundukları için yasaklandı.
Bu örnekler, Kore toplumunun kendine özgü “sertliği” sebebi ile fazlaca Doğulu bulunabilir. Fransa’dan bir olaya bakalım. Fransız Ulusal Meclisinin 28 Şubat 1950 tarihli oturumunda Fransız Komünist Partisi milletvekillerinden biri ile sağlık bakanı arasında şu konuşma geçti:
MV: Sayın Bakan, Paris’in bulvarlarında Coca Cola adında bir içecek satıyorlar
Bakan: Biliyorum
MV: Vahim olan, bunu bildiğiniz halde hiçbir şey yapmamanızdır
Bakan: Şu anda harekete geçmek için bir sebep göremiyorum
MV: Bu tek başına bir ekonomi sorunu değil, hatta sadece bir halk sağlığı sorunu da değil. Bu aynı zamanda politik bir sorundur. Siyasi sebeplerle Fransız kadınlarını ve Fransız erkeklerini zehirlemelerine izin verecek misiniz, bunu bilmek istiyoruz.
O gün meclis, Coca Cola’yı yasaklama teklifini reddetti, ancak hükümete, zararlı olduğu tespit edildiği taktirde Coca Cola’yı yasaklama yetkisi verdi.
1950’li yıllarda Fransa’da yaşanan Coca Cola’ya karşı mücadelenin en önünde komünistler olsa da Fransız İçecek Üreticileri birliği başta olmak üzere pek çok örgüt, gazeteciler, entelektüeller ve bürokrasi, “Coca Cola’nın Fransızları zehirlememesi için” seferber olmuş, Coca-kolonizasyon diye bir sözcük bile türetilmişti. Marshall Planı ile sunulan ekonomik fırsatlar olmasa Coca Cola Fransa’ya giremeyecekti.

Milli kültürün korunması
Bugün bize pek tuhaf, zorlama, hatta saçma görünen bu yaklaşımlar -öyle ya devlet neden vatandaşlarının saçına başına, dinlediği müziğe, yiyip içtiğine karışsın?- aslında gündelik yaşantımızı aşan bir olguya, kültüre dair hamlelerdir.
KDHC’nin yaptığı, Batı medyasının belirli modaları pazarlayarak her gün yaptığını kendi milli kültürü için taklit çabasından ibarettir. Park Çung-hi döneminde Güney Kore’de uygulanan baskıların gerekçesi, ülkede görevli Amerikalıların yarattığı kültürel bozulmaya karşı gençliği korumaktı. Fransa’nın Coca Cola vakası ise, 2. Dünya Savaşından sonra bu içeceğin tüm dünyada Amerikan askeri varlığının bir sembolü haline gelmiş olması ile ilgilidir.
Yukarıda verdiğimiz örnekler çoğaltılabilir. Dünyadaki pek çok ülke, yerel kültürünü dış etkilere karşı korumak için çaba sarf ediyor. Bu çabaların hepsi örneklerimizdeki kadar kalın hatlara sahip olmasa da devletlerin konuyu ciddiyetle ele aldıkları biliniyor. Yabancı kültür ürünlerinin ülkeye girişi, TV ve radyo yayınlarının düzenlenmesi, ulusal dilin korunmasına yönelik çabalar ve nihayet internetin kontrol edilmesi, pek çok durumda “mili kültürün korunması” gerekçesi ile yapılıyor. Tıpkı milli ekonominin ya da ulusal askeri çıkarların dış etkilere karşı korunması gibi, kültür de “korunuyor.”
Demek ki milli kültürümüzü korumamız gereken bir dış etken söz konusudur. Güçlü devletler, daha güçsüz olanlar üzerinde sadece ekonomik ve siyasi anlamda değil kültürel anlamda da egemenlik kurma eğilimdedir. Toplumlar arasında kurulan ilişkilerdeki eşitsizlik, kültürel anlamda da güçlü olanın lehine bir durum yaratmakta, nasıl ekonomik ve siyasi anlamda güçlünün kuralları geçerli oluyorsa, kültür alanında da onun değerleri baskın çıkmaktadır. Güçsüz ya da gelişmekte olan ülkenin kültürü için bu, açıkça dezavantajlı bir durumdur ve kimi durumlarda onu yok olma noktasına kadar sürükleyebilir. Sonuçta bir egemenlik ilişkisinden söz ettiğimiz için, buradaki güçlü ya da gelişmiş ülkeyi “emperyalist ülke” olarak da niteleyebilir, “ekonomik ve siyasi alandaki sömürü ilişkisi, kültür alanında da günceldir” diyebiliriz.

Emperyalizmin üç türü ve kültür emperyalizmi
Bu tespit, ana hatları ile doğru olmakla beraber, gerçekte yaşananlar hiçbir zaman bu kadar sade değildir. Emperyalizm dediğimizde, uluslararası güç ilişkilerinin tüm boyutlarında yaşanan karmaşık bir hegemonya sürecinden söz ederiz.
Çünkü, günümüzde emperyalizm, klasik Leninci tanımının ötesine geçerek çok katmanlı bir ilişkiler kümesi halini almıştır. Dış ticaret, yatırımlar, askeri operasyonlar, uluslararası kurumlar, eğitim, bilim, dil vb. onlarca farklı başlıkta incelenebilecek ilişkiler, temelde üç grupta toplanırlar: ekonomik, siyasi ve kültürel. Dolayısı ile, ekonomik emperyalizm, siyasi emperyalizm ve kültür emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin üç türünden söz etmek mümkündür.
Emperyalist ilişkilerin ekonomi ve siyaset dışında kalan kısımlarına genel olarak karşılık gelecek şekilde “kültür emperyalizmi” kavramının kullanılmaya başlanması, sistem karşıtı eleştirel düşüncenin en zengin dönemlerinden biri olan 1960’lı yıllara rastlar. Kavram, böylesine jenerik bir kullanım biçimi ile ortaya çıktığı için de üzerindeki tartışma bugüne dek sürmüştür.
En önce, kavramın niteliği tartışılmıştır: Kültür emperyalizmi, başlı başına bir emperyalist süreç midir, yoksa ekonomik ve siyasi emperyalizmin işini kolaylaştıran bir ara etki, bir tür katalizör müdür? Daha sonra kavramın içeriği gündeme gelmiştir. Hangi ilişkiler, hangi süreçler kültür emperyalizmi olarak nitelenebilir? Örneğin, Amerikalıların Guam adasında yerel dili yasaklaması açıkça emperyalizmdir. Ama, Amerikan yapımı bir TV dizisinin başka ülkelerde gösterilmesi söz konusu olduğunda buna da emperyalizm diyebilir miyiz? Diziyi izleyen değişik uluslar arasındaki farklar, dizinin içerdiği mesajlar ve izleyenlerin bundan etkilenme biçimleri vs. değerlendirmeye katılırsa ortaya başka bir tablo çıkabilir mi?
Bu tartışmalar hala devam etmektedir. Ancak, biz güncel olana baktığımızda, emperyalist ülkelerin sömürdükleri ülkelere müdahalelerinin ekonomik, siyasi ve askeri düzeyde olmadığını, -gündelik yaşamı da etkileyecek biçimde- kültürü de içerdiğini görüyoruz. Hatta, denilebilir ki internet çağı ile beraber, kültürel müdahaleler, ekonomik ve siyasi etkilerden bağımsız şekilde de yapılabilmektedir.
Dolayısı ile, emperyalizmi birbirini besleyen, birbirinin önünü açan, güçlenmesini sağlayan ama aynı zamanda bağımsız olarak da var olabilen bir ilişkiler kümesi olarak ele almamız; kültürü ise en klasik anlamı ile “toplumların sanatsal üretimini ve gündelik yaşamını biçimlendiren, fikirler, davranışlar ve geleneklerin bir toplamı” olarak görmemiz önümüzdeki sorunu sadeleştirecektir.
Kültür emperyalizmini modelleme çabaları
Dünya emperyalist sistemi içinde ABD’nin sahip olduğu merkezi konum, emperyal ilişkilerin merkezine de bu ülkeyi oturtmaktadır. Bu durum, kültür emperyalizmi kavramının ilk işlendiği dönemlerde sorunun sıklıkla “Amerikanlaşma/Amerikanlaştırma (Americanisation)” şeklinde de ifade edilmesine yol açmıştı. Özellikle kültür emperyalizmini daha ziyade “medya emperyalizmi” olarak açıklamaya çalışan düşünürler, konuya böylesi bir merkez-çevre modeli ile yaklaştılar.
Bunların en bilineni olan Herbert Schiller, erken dönem çalışmalarında kültür emperyalizmini merkezdeki emperyal güç ABD’nin çevredeki ülkelerin kültürel alanlarına tahakküm etmesi şeklinde tanımlıyordu. 1992 tarihli Kitle İletişimi ve Amerikan İmparatorluğu adlı çalışmasında ise, önerdiği modeli biçimsel olarak korumakla beraber, merkezi gücün artık ABD olmadığını, bunun yerine “ulusötesi şirket kültürünün” geçtiğini söyledi. Ulusötesi şirketler, geniş bir pazarlama ve eğlendirme deneyimine sahip Amerikan medyasının iş bilgisini kullanarak çevredeki ülkelerin kültürel alanlarına egemen oluyorlardı.
Schiller’in bu revizyonu makul olmakla beraber, “şirket kültürü” ve “çevre ülke” kavramları hala tartışmaya muhtaçtır.
Büyük şirketlerin, en azından kendi ticari başarılarını garantilemek için, global düzeyde bazı kültür kodları yaratmaya çalıştıkları doğrudur. Ancak bunlar, bitki yetiştirmeden saç yıkamaya kadar uzanan sonsuz sayıdaki tüketim davranışı ile ilgili önerilerdir ve çoğu zaman ortak bir kalıba girmezler. Üstelik, bu kodları birer mesaj olarak yaymaya çalışan şirketlerin de kendi aralarında bir rekabet olduğunu hesaba katacak olursak iş hepten karmaşıklaşır.
Büyük şirketler tarafından önerilen yaşam biçiminin bazı ortak özellikleri olduğu doğrudur. Bireysel özgürlük ve kimliksel aidiyetin kutsanması, maceracı deneyimlerin yüceltilmesi vb… Bunlar, medya araçları sayesinde, tüm dünyaya çağdaş toplumun değerleri olarak sunulmaktadır. Ancak, bu “sözde-değerler”, ne diş macunları ya da cep telefonları gibi o şirketlerin laboratuvarlarında, ne de satış hedefleri gibi yönetim ofislerinde üretilmemektedir. Üstelik, ulusötesi şirketler, sıklıkla bu sözde değerlerin “kurbanı” da olabilmektedir. Örneğin, uzun yıllar geçerliliğini koruyan, “iyi olan Batılı ve beyazdır” klişesi, yerini “iyi olan farklı olandır” söylemine bırakırken, buna uyum sağlayamayan şirketler kendilerini bir anda hedef tahtasında buldular. Toplumsal cinsiyet, etnik aidiyet, azınlıklara pozitif ayrımcılık vb. konularında yetersiz bulunan şirketler kamuoyu tarafından eleştirildiler, hatta bazı durumlarda boykot edildiler.
Dolayısı ile, kültür emperyalizminin silahını oluşturan bu sözde-değerlerin ya da onları taşıyan kültürel örüntünün global şirketler tarafından üretildiğini ileri sürmek eksikli bir tez olacaktır. Ancak öte yandan, bu sözde değerlerin kaynağını tespit etmek, kültür emperyalizminin hiç değilse bir yüzünü görmemize yarayacağı için, konumuz açısından kritik önemdedir.
Bu noktada şematik olarak iki zıt güçle karşılaşırız. Birincisi, büyük şirketlerin de milliyetleri olduğu gerçeğidir. İkincisi, büyük şirketlerin milliyetlerinin olması onların her zaman o milli çıkarlara hizmet ettikleri anlamına gelmez. Dolayısı ile şirketlerin hangi kültürü pazarladığına dair soru işareti hep varlığını koruyacaktır.
Bir an için bazı markaların çıktıkları ülkenin milli ideolojilerinin taşıyıcısı olduğunu düşünelim. Bunun için tipik bir örnek olarak, hep sözünü ettiğimiz Coca Cola’yı ele alabiliriz. 2. Dünya savaşı sonrasında Amerikan tüketim toplumu altın çağını yaşıyordu ve “Amerikan rüyası” tüm dünyada talebi olan bir üründü. Bu dönem, Amerikan mamullerinin Amerikan yaşam tarzını da temsil ettiği bir dönemdi. Sadece emperyalist Amerika’nın değil, muhalefetin dili açısından da aynı şey geçerli idi, Coca Cola demek Amerikan askeri varlığı ve NATO demekti. Bugün ise Coca Cola’nın reklamlarına baktığımızda adeta “yerli firmalardan bile daha yerli” bir içerik ile karşılaşıyoruz. Ramazan’ı, Kurban Bayramını hatta milli bayramlarımızı bile unutmayan bir Amerikan şirketi ile karşı karşıyayız. Tüm dünyada emperyalizmin simgesi olacak denli “kirlenmiş” bir ismin bugün tamamen yerli bir imaja dönüşmesini beklemek tabii ki saflık olur. Ancak, o imajın artık tamamen Amerika’ya ait bir imaj olmadığı da açıktır.
Kimi Marksist yazarlar ise ulusötesi markaların özendirdiği yaşam biçimini “kapitalist kültür” olarak nitelemektedir. Bunların bazıları sınıf çatışmalarına odaklanırken, bazıları da kapitalizmin doğasını anlamayı öneriyorlar. Mesela, Daniel Bell’e göre kapitalizmin kendisi bir ekonomik-kültürel bir sistemdir, mülkiyet çevresinde örgütlenmiştir ve pazar ilişkilerine göre kurulmuş bir kültürel temel üzerine oturur. (Cultural Contradictions of Capitalism – Londra 1979) Bu tez, kısmen doğru olmakla beraber bize emperyalizmin güncel hali üzerine çok az ipucu vermektedir. Kültür emperyalizminin dayattığı öğeler ya da değerler her zaman kapitalist olmak zorunda değildir, hatta bazen anti-kapitalist de olabilirler. Örneğin, yakın zamanda Netflix’te yayınlanan İspanyol yapımı bir soygun dizisini ele alın. Tamamen Batılı rol modeller ile inşa edilmiş olan ve o değerleri yücelten senaryo, diğer yandan kapitalizm eleştirisi öğeleri üzerinde yükselmektedir.
Schiller’in tanımındaki ikinci soru işareti “çevre” kavramı ile ilgilidir. Şayet merkez, ulusötesi şirketlerse, onların “kültürlerini” dayattıkları çevre neresidir? Örneğin Apple, -tabii ki daha çok ürün satmak maksadı ile- geri kalmış Nijerya’ya bir yaşam tarzı önerirken, emperyalist Fransa’yı pas mı geçmektedir? Global şirketler, farklı mesajlarla da olsa her pazarı kendi ticari faydaları için şekillendirmeye çalışırlar. Bu gerçek ışığında, merkez ve çevre bulanıklaşmaktadır.
Bunların dışında medyanın, kültür emperyalizminin kendisi değil araçlarından biri olduğunu da not etmek gerekir. Global medya, genellikle emperyal kültürün taşıyıcısıdır ve sermaye yatırımları, program satışları, haber şebekeleri gibi yollar ile yerel medyaya da yön verir. Ancak bunlar, emperyalist ilişkilerin bütününü içermez ve ilişkinin biçimine dair kesin bir şema sunmaz.
Bir ara sonuç olarak, kültür emperyalizminin biçimi ve doğasına dair sağlıklı bir analiz için hem emperyalizm hem de kültür kavramlarının bugünkü “gerçeklikleri” üzerine düşünmemiz gerektiğini söyleyebiliriz.

Kafa karışıklıklarının çağı
En önce, emperyal ilişkinin taraflarını tespit etmemiz gerekiyor. Dünyamız Sovyet sonrası dönemde hızlı gelişmeler yaşadı. Siyasi alanda Amerika’nın tek kutup haline gelmesi, AB’nin yükselişi, NATO’nun genişlemesi, Yugoslavya’nın parçalanması, 11 Eylül saldırıları, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye savaşları yaşanırken, ekonomik alanda globalleşme üretim ve tüketim süreçlerini yeniden biçimlendirdi. Bunların üstüne gelen “internet dönüşümü” ise gündelik yaşamı ve alışkanlıkları kökten değiştirdi. Tüm bu yaşananların sonucu ise, emperyalizm başlığında büyük kafa karışıklıkları oldu.
Bu dönemde, emperyalizmin sadece bir boyutunu ele aldığı için kısır kalan ya da onu tüm boyutları ile irdeleme iddiasına girdiği için sonunda gerçeklikten kopuk zihin jimnastikleri haline gelen yaklaşımlar aşırı itibar gördü. Bu karmaşayı, biraz da akademiyi etkisi altına alan post-modernizmin meyvesi olarak değerlendirebiliriz. Sonuçta, emperyalizm dediğinizde bırakın sürecin nasıl işlediği üzerinde anlaşmayı, kimin kimi sömürdüğü bile tartışılır hale geldi!
Yukarıda kısa bir eleştirisini sunduğumuz, medya odaklı bakış kadar popüler olmasa da, kültür emperyalizmini modernleşmenin bir parçası veya global kapitalizmin sonucu ya da mesela milliyetçiliğin bir yansıması olarak gören yaklaşımlar da bu dönemde ortaya çıktı. Ülke içi emperyalizm, gündelik hayatta emperyalizm gibi tuhaf kavramlar da bu dönemde çıktı. Schiller’in merkez-çevre modelini baz alarak Moskova’da yaşayanların birbiri arasındaki kültür emperyalizmini ölçen bir araştırma bile yapıldı! Devletin müdahil olmadığı ilişkilerde emperyalizmin söz konusu olamayacağın iddia eden tezler ortaya atıldı. Benedict Anderson’un “hayali cemaatler” kavramı ile başlayan tartışmalar ise önce milletlerin aslında hiç var olmadığı gibi “absürd” bir sonuca, oradan da aslında emperyalizmin de olmadığı (ya da sadece gelişmenin bir yan etkisi olduğu) gibi bir tezi dillendirme noktasına kadar vardı.

Kültürün boyutları ve emperyal süreçler
Şimdi ise sadece siyasi düzeyde değil, akademik anlamda da kavramı anlayabilmek için sadeleştirmekten başka bir yolumuz yok. Bugün elimizdeki somut veriler (üretim, gelir, silahlanma, bilim vb. istatistikler) dünyada ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda emperyal güçlerin var olduğunu ve bunların büyük oranda Batı dünyasında yer aldığını göstermektedir.
Bir gücün emperyalist olması için “büyük” olması yeterli değildir. Aynı zamanda bir yayılma eğilimine ve bu eğilimin bir sonucu olarak başka uluslarla kurduğu ilişkilerde sömürüyü hakim kılacak birikime/donanıma sahip olması gerekir. Şüphesiz, bu açıdan dünyanın en donanımlı gücü hala ABD’dir. Onu, NATO şemsiyesi altında müttefik olduğu AB ülkeleri izlemektedir. Çin, Rusya ve Japonya, emperyal eğilimler göstermelerine karşın henüz böylesi çok boyutlu bir güce sahip değillerdir. Dolayısı ile emperyalist sömürü ilişkisinin tarafları, emperyalist Batı dünyası ve dünyanın geri kalanıdır. Hatta, kültür emperyalizmi söz konusu olduğunda, ekonomik ya da siyasi olarak çok güçlü olmalarına rağmen, Çin ve Rusya gibi ülkeler de sömürünün hedefi durumdadırlar.
Emperyalizm, herhangi bir devletin yayılma eğiliminin sonucu olabildiği gibi, yayılma eğilimi içinde olan devletlerin birbirleri arasındaki rekabetten de ortaya çıkabilir. Çalışma biçimi ise -daha önce belirttiğimiz gibi- içe içe geçmiş bir süreçler bütünü olarak ele alınmalıdır. Emperyalist ilişkilerin üretildiği ekonomik, siyasi ve kültürel alanlar içinde en geniş kapsamlı olanı kültür alanıdır diyebiliriz.
Bu alanı sekiz ana başlık altında toparlayabiliriz:
- Kültür ve doğa varlıkları: Müzeler, arkeolojik alanlar, tarihi yerler, doğal varlıklar
- Müzik ve performans sanatları: Müzik, dans, festival ve eğlenceler
- Plastik sanatlar ve el sanatları: Resim, heykel, fotoğraf, el sanatları
- Kitaplar ve basın: Kitaplar, gazete ve dergiler, kütüphaneler
- Görsel sanatlar ve etkileşimli medya: Filmler, TV ve radyo programları, internet içeriği
- Tasarım ve yaratıcı hizmetler: Moda, grafik, mimari tasarım
- Maddi olmayan kültür varlıkları: Sözlü gelenekler, ritüeller, dil ve toplumsal davranışlar
- Turizm ve rekreasyon: Seyahat, konaklama, yeme-içe, spor
Dikkatli bir göz, bu başlıkların her birinde var olan emperyalist sömürü ilişkilerini görebilir. Ancak, bu ilişkilerin birbirini destekleyen niteliği, bizi, onların emperyalist devletler tarafından en baştan ve topluca kurgulandığı gibi bir yanılgıya sürüklememelidir. Aksine, her bir bölümün kendine özgü işleyişi ve kuralları vardır ve tüm sistemin asıl gücü de bu yarı-bağımsız halinden gelir.
Ayrı alanlardaki işlerin aynı emperyalist amaca hizmet etmesini sağlayan şey, ait oldukları kültür ikliminin ilkeleridir. Bu ilkeler, pek çoğu yazılı olmayan ve tek bir metinle ya da hatta tek bir bağlamla bile ifade edilemeyecek soyut doğrultulardır. Üst orta sınıfa mensup bir İngiliz, daha çocukluk çağlarından itibaren maddi-manevi bir imparatorluk mirasını korumak sorumluluğunu taşıdığının bilinci ile yetişir. Aile, eğitim, edebiyat, basın-yayın, spor dünyası, ticaretin örgütlenmesi, sanat ortamı, siyasetin dili, hülasa onu çevreleyen her şey, yurttaşı olduğu İngiltere’nin geçmişte ve bugün emperyal bir güç olduğunu “bildirir.” Sıradan bir yurttaş, -bir muhalif bile olsa- yaşam tarzı, mesleki kariyeri ve özel ilişkileri bağlamında bu fikriyat ile sarmalanmıştır. Batıdaki emperyalist kurumlar, yurttaşların onları kolayca sorgulayamayacağı kadar derin tarihsel köklere ve toplumsal-ekonomik derinliğe sahiptir. Örneğin, Türkiye’deki bir Matematik öğretmeni, meslek yaşamını büyük oranda ülke sınırları içindeki eğitim kurumlarında ve matematik öğretmeni olarak geçireceğini bilir. Alman matematik öğretmeni için ise dünyanın herhangi bir yerindeki Alman okulunda öğretmenlik yapmak seçeneklerinden sadece biridir. Eğer akademiyi seçerlerse, Alman, başka ülkelere sadece veri toplamak, gözlem yapmak için giden ama bilimsel çalışmasını kendi ülkesinde yapan bir araştırmacı olacaktır. Türk olan için ise durum bunun tam tersidir. Alman, bir okulda öğretmenliğine başlamak yerine, dünyanın farklı yerlerinde ülkesinin vakıflarına ait “eğitim projelerinde, hayır işlerinde” çalışabilir, kültür emperyalizminin bir parçası sayabileceğimiz örgütlerde sadece insanlara iyilik yapmak adına var olabilir.

Kültür emperyalizminin kaynağı ve işleyişi
Yine emperyalizmin doğasına dönecek olursak, tıpkı ekonomik hamlelerin kendi içinde bir kar mantığı olması gibi, kültürel müdahalelerin de kendi içinde -kendine özgü- bir amacı bulunur. ABD yapımı bir ürünün reklamındaki asıl amaç, Amerikan askeri varlığının sürdürülmesi değil o ürünü satarak kar elde etmektir. Hollanda hükümeti tarafından Türkiye’deki yayıncılara verilen bir çeviri desteği, Hollanda şirketlerinin bazı ihaleleri almasını değil, (Hollanda kültürünün bir parçası olarak) çevirisi yapılan kitabın Türk okuyucular tarafından da tanınmasıdır. AB tarafından verilen bir araştırma bursu araştırmacının doğrudan AB tezlerini savunmasını değil, seçilmiş alanda sağlıklı araştırma sonuçlarına ulaşmayı amaçlar. Uzun zaman önce, Fransızların Türkiye’deki kurban kesme adetlerine dair bir araştırmayı fonladıklarını görmüştüm. Burada istenen, araştırmacının kurbana ya da milli kültüre dair bir pozisyon alması değil, o adetin içeriğini bütün detayları ile ortaya çıkarmasıdır.
Buna benzer örnekler çoğaltılabilir. Her biri, kendi niteliğine uygun özel amaçlara sahip emperyalist müdahaleler, günün sonunda, adeta sihirli bir el dokunmuşçasına ekonomik ve siyasi emperyalizmin sürdürülmesine hizmet ederler. İşte o sihirli el, emperyalist ülkede, yukarıda sözünü ettiğim belli belirsiz ilkelerle kurulan sosyal ve ekonomik ortamdır. Emperyalist toplum, örgütlenmesi, deneyimi ve yaşamsal ihtiyaçları gereği, sömürü mekanizmalarına sahiptir ve her an bunları süreklileştirecek insan kaynağını üretir.
Kültür emperyalizmi özelinde, bu ilkeleri, yönelimleri ve kısa erimli hedefleri üreten mekanizmalar genellikle emperyalist ülkenin egemen kültür ortamları tarafından canlı tutulurlar. Dolayısı ile, şayet bunların üretildiği bir kuluçka görmek istiyorsak, gözümüzü Batının güçlü kentlerinde yaşayan güçlü seçkinlerine çevirmemiz gerekir. Kitle iletişim aygıtları, yayıncılık, sanat ve akademiyi elinde tutan bu seçkinler sınıfının asıl gücü kendi ülkesindeki kamuoyunu yönlendirebilmesidir. Ancak, çoğu zaman ilerici, demokrat hatta solcu olarak tanımlanabilecek bu insanlar en önce çevrelerinde oluşturdukları -her ulustan insanlardan oluşan- diğer katmanlara ve kurumsal ilişkilere ihtiyaç duyarlar. Büyük şirketler ve kültür kurumları ile aralarındaki ilişki ise bir tür simbiyoz olarak tanımlanabilir.
Bu bakımdan, kültür emperyalizminin kaynağı ne tek başına devlet, ne kapitalist kültür, ne de bir seçkin sınıfıdır. Emperyalist yayılma eğilimi, emperyal ülkenin tüm toplumsal bileşenleri ile topyekün var ettiği bir güçtür. Ona karşı üretilen tezler ve politikalar da böylesi bir bütüncüllüğü gözeterek şekillendirilmelidir.
Bu yazı Teori Dergisi’nin Eylül 2019 sayısında yayınlanmıştır.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
Bir cevap yazın