Alman-Yahudi filozof Adorno, Holokost karşısında öylesine büyük bir dehşete düşer ki “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” diye yazar (1). Yaşananlar, insan acısının ve kötülüğün öyle bir merhalesidir ki buna dair her tür estetik arayış, hatta her tür düşünsel soyutlama teşebbüsü ahlak dışıdır. Ölümün gerçekliği, insan zihninin sınırlarını aşmıştır. Bunun için yaşamanın kendisi bile ancak, “Auschwitz’i de mümkün kılan ve burjuva öznelliğinin temel ilkesi olan “duygusuzlukla” mümkündür” (2).
Holokost’un benzersiz bir cürüm olduğu fikrini masun tutarak, şu tespiti yapabiliriz: Bugün İtalya, İspanya ve ABD’de yaşanan – ve her an dünyanın başka bir yerinde yaşanması muhtemel olan- trajedi de geride benzer bir ruh hali bırakabilir. Çünkü, modern tıbbın tüm gelişkinliğine rağmen, sağlık sisteminin yetersizliği sebebi ile doktorlar, bazı hastaları ölüme terk etmek zorunda kalıyorlar. Tüm ömrü boyunca kazancının bir bölümünü vergi olarak kamu maliyesine vermiş olan bir aile, hiç umulmadık bir anda, örneğin atmış yaşlarındaki babalarını bir daha görmemek üzere bir hastaneye teslim ediyor, kısa süre sonra da “yaşama şansı düşük bir ıskarta” olarak görüldüğü için, bir tabut içinde teslim alıyor. Bu, tarifi zor bir insanlık trajedisidir ve bunu estetize etmeye kalkan her teşebbüs, az çok ahlak dışı olacaktır.
Şu halde, sanıyorum biz de, “salgından sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyebiliriz. Nitekim bu düşünce, daha salgının ilk günlerinden itibaren tartışılmaya başlandı. Bu büyük felaketle beraber değişimin bir zorunluluk olduğu anlaşılıyor. Ancak bu değişimin niteliği ve istikameti hala muğlaklığını koruyor.
İKİ EĞİLİM, TEK TESPİT
Salgının erken döneminde, düşünürler arasında ortaya çıkan iki ana eğilimden söz edebiliriz. Batılı düşünürler arasında daha yaygın olan ilk eğilim, küresel mekanizmaların zayıflığının dünyayı salgın karşısında çaresiz bıraktığını söylüyor ve Avrupa Birliği gibi ülkeler üstü yapıların güçleneceğini öngörüyor. Daha çok “doğulular” tarafından rağbet gören ikinci görüş ise, salgına karşı başarılı olan tek aracın ulusal politika olduğunu, küreselleşmenin kesin olarak sonunun geldiğini, gelecek günlerde ulus-devlet ve milli politikaların güçleneceğini söylüyor.
Aslında her iki eğilim de küreselleşme dalgasının bir sonucu olan ulus-üstü yapıların işlevsizliğini ya da zayıflığını tespit ediyor. Görüş farkı ise başarısızlığa dair akıl yürütmede ortaya çıkıyor. Birinci grup, başarısızlığı milliyetçi/millici (onlar popülist demeyi tercih ediyor) iktidarlar yüzünden uluslar üstü mekanizmaların zayıflatılmasına bağlarken, ikinci grup sorunun kaynağını, tam tersine, bu mekanizmaların yeterince zayıflamamış olmasında görüyor.
Aslında, “küreselleşme bir duraksamaya uğradı ve bu krizden sonra kaldığı yerden devam etmelidir” diyen küreselleşmeciler ile “bu kriz küreselleşmenin sonunu getirmiştir” diyen küreselleşme karşıtlarından söz ediyoruz. Her iki eğilimin de kendi içinde bir dizi tonu bulunuyor. Küreselleşme isteği, uluslarüstü tek bir dünya devletine kadar vardırılabilir. Karşı taraf da küreselleşme dönemine ait kurumların tamamen yok olduğu, izole edilmiş bir milli devrimler dalgası beklentisi içine girebilir.

DEĞİŞİMİN YÖNÜ
Öyle ise, öncelikle değişimin yönü üzerine bir tahminde bulunmamız, daha sonra da “ne kadar değişecek” sorusunu gündeme almamız gerekecektir.
“Daha fazla küreselleşme, daha az ulusal sınır” diyen düşüncenin en zayıf noktası Batı merkezci olmasıdır. Sorunun tanımında da, çözüme dair önerilerde de Batının uzunca bir süredir kullandığı ve artık evrensel olduğunu zannettiği argümanlar kullanılmaktadır. Bu tarafta, açık toplum, olağanüstü halin olağanlaşması, özgürlüklerin kısıtlanması gibi tartışmalar başı çekmekte, bunu Çin’e yönelik -çoğu peşin hükümlere dayalı- suçlama kampanyaları izlemektedir. En çok rağbet gören üçüncü başlık ise salgının doğanın aşırı kullanımı ve istismarına dayandığı iddiasıdır.
Batılı aydın, gerçeklikle bağ kuramıyor
Batının, kendi görüşlerini, yine sadece kendine referans vererek izah çabası tanıdık bir tutum. Aslına bakarsanız liberalizmin köpürtülerek tüm dünyaya yayılması da böyle olmuştu. Ancak bugün, idealize edilen şey (sınırları kalkmış bir dünya) yakın geçmişin başarısızlık öyküsünden başka bir şey değil. Son otuz yıldaki hemen her sorun karşısında başarısız olmuş bir model, salgın hastalıklar karşısında neden başarılı olsun? Doğulular liberalizmin zaten pek bir hayrını görmemişlerdi. Liberalizm, şimdi Batılılara da geçici ekonomik çöküntülerden çok daha korkunç bir bedel ödetiyor. Hastalık Avrupa’yı tamamen sardığında bile Brüksel’deki yönetici elitin ciddi bir eylem planı yoktu. Salgının vurduğu ilk batılı ülke olan İtalya’nın tüm yardım talepleri karşılıksız kaldı. AB’de devletler, ABD’de eyaletler, birbirlerini yardım malzemelerini çalmakla suçladılar. Felaketin büyümesini az çok engelleyebilenler Almanya gibi tereddüt etmeden milli eylem planlarını uygulayanlar oldu. Tüm bunlardan sonra, aklı başında herhangi bir AB vatandaşının, salgına “Brexit yüzünden başımıza gelen bir felaket” demeyeceğini tahmin edebiliriz. Aynı şekilde, insanların yüzer yüzer öldüğü şehirlerde, seyahat özgürlüğü söyleminin ne kadar alıcı bulacağı da şüpheli (3).
Açık bir felakete işaret eden nesnel durum, Batılı aydının gerçeklikle bağlantısının koptuğunu gösteriyor. Dolayısı ile Batılı düşünürlerin, yıkımı, zaten esamesi kalmamış olan ulusal sınırlara, milli politikalara bağlamaları ya da perde arkasındaki kötü kalpli “otokrasiden” söz etmeleri bir tür entelektüel fantezisi düzeyinde kalacak gibi duruyor. Liberalizmin kalesi olan Batı ülkelerinden, organizasyon sorunları, sağlık sisteminin yetersizliği, sigortasız hastaların ölüme terk edilmesi gibi haberler gelirken, hatta bazı ülkeler “sürü bağışıklığı” yöntemi ile kitlesel ölümleri normalleştirmeye çalışırken Doğu’dan başarı öyküleri duyuyoruz.
Ulusal sınırların başarısı
Salgının çıkış merkezi olduğu için en hazırlıksız ülke olması beklenen Çin, devasa nüfusuna rağmen yayılımı durdurabilen ilk ülke oldu. Rusya, halk sağlığı için çok katı tedbirler aldı ve neredeyse eksiksiz uygulamaya geçirdi. Hindistan çok katı izolasyonu, Güney Kore ve Japonya ise bilimsel organizasyonu ile örnek oldu. Kazakistan, Çin ile yüksek bir sınır geçişine sahip olmasına rağmen hiçbir Batılı ülkenin yapamadığı düzeyde bir ulusal eylem planını hızla devreye sokmayı başardı. Türkiye, tüm siyaset ve piyasa mekanizmasını by-pass eden bir bilim kurulu ile işi ele aldı ve devlet aygıtının yeni duruma adaptasyonu konusunda muazzam bir esneklik sergiledi. Görece küçük olmalarına rağmen, Batının çeperlerinde yer alan Portekiz ve Yunanistan’ın “disiplinli” karşı duruşları da kayda değer başarı örnekleri oldu.
Batının başarısızlığı da, Doğu’nun başarısı da sadece salgın karşısında alınan acil önlemlerle izah edilemez. Çünkü, kriz durumlarına müdahale becerisi, toplumun ve ekonominin genel örgütlenmesinin bir sonucudur. Bu açıdan bakacak olursak, salgın karşısında görece daha başarılı olan ülkelerin tamamının son dönemde küreselleşmenin ekonomik, siyasi ve sosyal kurumlarına az-çok direnmiş olanlar arasından çıktığını görürüz. Ulusal sınırların korunmuş olması ile başarı arasındaki ilişki açıktır. Hatta denilebilir ki bir model olarak Batı’dan en uzak olanlar en başarılı olanlardır. Batılıların kapalı rejimler, otokratik yönetimler, müdahaleci ekonomiler olmakla suçladığı ülkeler, insan hayatına verdikleri değerle ön plana çıkmış, Batı yakasının elinde ise insan yaşamının hiçe sayıldığı utanç hikayeleri kalmıştır.
İki görüşün çatışmasında, bir yanda farazi bir durum, hatta bir vehim (Avrupa’yı ve Dünya’yı milliyetçiliğin ele geçirdiği kuruntusu) üzerine kurulan niyet beyanı varken, diğer tarafta kanıtlanmış somut örnekler durmaktadır. Dolayısı ile salgının küreselleşmenin sonunu hızlandıracağını, liberalizmin tabutuna son çiviyi çakacağını söylemek hiç de abartılı olmayacaktır.

DEĞİŞİMİN BOYUTLARI
Değişimin yönünün, ulus devletlere, kapalı ekonomilere ve milliyetçiliğe doğru olacağını tespit ettiğimize göre ikinci sorumuza geçebiliriz: Dünya bu doğrultuda ne kadar değişecektir?
Bu soruya doğru cevap verebilmek için, en önce korona virüsünün toplumsal değişim bağlamında ne anlama geldiğini tespit etmeliyiz.
Virüs, iradi bir güç değil
Toplumsal değişimlerin olmazsa olmazı değişimi isteyen ve toplumu o yönde iten iradi güçlerin varlığıdır. Virüs ise toplumu değişime zorlayan iradi bir güç değil, zorlayıcı bir dış faktördür. Böylesi bir dış müdahalede organizma, salgının uzun süre devam ederek bir dış faktör olmaktan çıkıp bir tür verili durum haline gelmesini engellemek için çalışır. Sisteme ait tüm güçler, tehlikeyi olabildiğince hızla savuşturarak başlangıç anındaki normaline dönmeye çalışacaktır. Aslında bir refleks olan bu hamle için mevcut toplumsal güçlerin yönelimlerinde ciddi değişimler olmasına veya yeni bazı güçlerin ortaya çıkmasına gerek yoktur. Diğer yandan, sistemin genel yönelimlerine ya da krizden önceki normaline aykırı yönde bir değişim için ise mutlaka yeni iradi güçler gerekecektir.
Şu ana kadar olanlara bakınca, bir dış faktör olarak korona virüsünün yeni iradi güçlerin belirmesine yol açmadığını görüyoruz. Dünya çapında değişimin dinamiğini ele geçirecek yeni bir toplumsal sınıf ya da güç belirmemiştir.
Mevcut eğilimlerin güçlenmesi
Dolayısı ile şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz: Salgının bugüne dek hiç emaresi görülmemiş bir değişime yol açması beklenemez. Sonuçlar, büyük olasılıkla ve sadece, zaten var olan millileşme yönündeki küresel eğilimlerin “amplifiye olması/şiddetlenmesi” şeklinde ortaya çıkacaktır. Bu işlerin milli sosyalist devrimlerle ya da Batı emperyalizminin tam olarak sahneyi terk etmesi ile sonuçlanmasını arzu ediyor olabiliriz. Ancak arzularımızla somut gerçeklik arasındaki mesafeyi dikkate almazsak yukarıda izah ettiğimiz Batılı aydının durumuna düşeriz. Salgının en olası sonucu, emperyalizmin gerilemesi ve kafasının karışmasıdır; ve tabii tersinden, dünyanın geri kalanının zihninin açılmasından söz edebiliriz.
Gerilemesinin niteliğine daha yakından bakabilmek için, küreselleşmeyi üç ana boyutta ele alabiliriz: İdeolojik olarak liberalizm ve açık toplum, ekonomik ve siyasi olarak ulusal politikaları belirleyen uluslar üstü kuruluşlar ve kültürel olarak Batı merkezli çokkültürcülük. Bunlara dördüncü bir boyut anlamında, küreselleşmeyi uygulayan yönetici eliti de ekleyebiliriz.

KÜRESELLEŞMENİN İDEOLOJİK YENİLGİSİ
“Emperyalizmin koçbaşı” olarak niteleyebileceğimiz liberalizm ve açık toplumcu düşünce, uzunca bir süredir ihraç edilebilir olmaktan çıkmıştı. Salgınla beraber, bu ideolojiler, Batı ülkelerinin köhnemiş düşünce dünyasına tam anlamı ile hapsolacaktır. Şüphesiz, bunun en önemli sebebi yaşadıkları tarihsel yenilgi sebebi ile alıcı bulamamaları olacaktır. Ancak, önemli bir başka faktörü daha saymak gerekir: Milli politikalara yönelerek daha fazla içe dönmek zorunda kalan emperyalist ülkelerin ideolojik ihracat mekanizmalarında sorunlar yaşanması kaçınılmazdır. Doğudan adam devşirmek için ayrılan fonlar, akademik destekler, ortak çalışma havuzları vs. yavaş yavaş suyunu çekecek, cebini Batı parası ile aklını Batı düşüncesi ile dolduran yarı aydın takımı her iki anlamda da aç kalacaktır. Emperyalist alandaki beslenme olanaklarının azalması, ülkelerin elit kesimlerinde daha çok insanın milli saflara yönelmesi sonucunu doğuracaktır.
İki Milliyetçilik
Üretici sınıfların acil ihtiyaçları sebebi ile bugün liberalizm ve açık toplumculuk karşısında güçlenen ideoloji milliyetçiliktir. Bu, sosyalizmin tonlarını taşıyan bir milliyetçilik olabileceği gibi, Avrupa’da görülen tarzda, mülteci krizi üzerinde yükselen reaksiyoner bir hareket de olabilir. Zengin ülkelerde görülen milliyetçi yükselişin, mülteci sorununun çözümü ile beraber hızla sistem içi bir pozisyona döneceği (normalleşeceği) beklenirdi. Ancak şimdi, virüs ile gelen kriz, Avrupa tipi reaksiyoner milliyetçiliğin toplumcu değerlerle buluşmasını sağlayabilir. Aslında böylesi bir sosyalizm/milliyetçilik karışımına dair ilk talepler Fransa’daki “sarı yelekliler” ayaklanması ile görülmüştü. Ancak toplumu esir alan liberal düşünce terörü, milliyetçi işçilerin daha geniş kesimlerle buluşmasını engelliyordu. AB’nin salgın karşısındaki çaresizliği, kamuoyunun tek horozu rolünü oynayan liberal-solcu medyanın ibiğini düşürebilir.
Doğu’dan yükselen milliyetçilikler ise (Çin, Rusya, Türkiye örneklerinde), her biri kendine has özellikler göstermekle beraber, az-çok toplumcu bir zemine/kültüre/tarihsel geçmişe dayanmaktadır. Batı’daki gelişmeler ne olursa olsun, bunlar kendi rotalarında daha hızlı ilerleyebilirler.
Üretici sınıfların zayıflığı değişimi yavaşlatabilir
Ancak, bu durum, liberalizmin bir anda iflas edeceği, açık toplumcuların sahneyi terk edeceği anlamına gelmez. Tüm dünyada bu denli sempatizan ve acente sahibi olan bir ideolojinin sabahtan akşama çökmesini bekleyemeyiz. Bunların dışında, pek çok ülkede liberalizmin ürettiği, onunla ayakta duran ama aynı zamanda tamamen “yerli” olan toplumsal tabakalar bulunuyor. Üstelik bunlar, sadece rantiye sınıfı ya da hizmetler alanına yığılmış vurgunculardan da ibaret değil. Tek varlık sebebi liberal ticari düzen olan çeperdeki mesleklerde çalışan insanların sayısı ciddi biçimde artmıştır. Genelde enformel sektörde çalışan ve büyük kentlerde yığılmış olan bu kesimin daha istikrarlı çalışma/üretim alanlarına kaydırılması -bilinçli milli politikalar altında bile- sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Tüm bunların ötesinde, kırk yıllık liberal hegomonya, milli politikaların ana taşıyıcısı olan üretici sınıfların büyük oranda zayıf düşmesine yol açtı. Onların oyunun kurallarını değiştirecek kadar güçlenebilmesi için bir virüsten daha fazlası gerekiyor. Dolayısı ile, başta Türkiye, Ukrayna, Mısır ve Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyada ideolojik alandaki çatışmaların çok daha sertleşeceğini tahmin edebiliriz.
Bu noktada, bir ek olarak, iki milliyetçiliğin iki farklı sınıfsal temele dayandığını da tespit etmek gerekir. İçinde toplumcu öğeler barındıran, ilerlemeci milliyetçilik, üretici sınıflara dayanırken, reaksiyoner milliyetçiliğin tabanı lümpen tabir edilen ve daha akışkan olan toplumsal sınıflardır. Şayet salgın, ülkelerin üretim altyapısını çökertirse bu, daha çok Batı’da görülen ikinci tür milliyetçiliklerin güçlenmesine yol açar. Bunun için her ülkede üretici kesimlerin korunması sadece ekonomik açıdan değil, ideolojik anlamda da kritik önemdedir.
Çevrecilik faktörü
Salgın sonrası tüm fikri yönelimlerin üzerlerinde “insanın ve medeniyetin eleştirisini” merkeze alan hareketlerin baskısını hissedecekleri kesin. Bunlar, çevrecilikten veganizme kadar uzanan bir yelpazedeki görüşlerdir ve zaten uzunca bir süredir dünyanın gündemindeler.
Virüsün hayvanlardan insanlara geçiş yaptığı ve bunun doğanın aşırı kullanımının bir sonucu olduğu yönünde kuvvetli bir görüş var. Çevreci hareketler, doğanın istismarına derhal son verilmezse benzer felaketlerin devam edeceğini söylüyorlar. Bu görüşlerin özellikle çıkış noktası olan Batı dünyasında ciddi karşılık bulduğu görülüyor (4).
Çevreci hareketlerin objektif zemini
Önümüzdeki süreçte bu hareketler, iki sebepten dolayı güçleneceklerdir. İlkin, bu görüşler, genel anlamda kabul gören bazı doğrulara dayanıyorlar. Gerçekten de son elli yılda, ekonomilerin sürekli büyüme arzusu, tüketim toplumu modeli ve artan nüfus, doğanın aşırı kullanımına yol açtı. Canlı türlerindeki azalma, orman alanlarının yok olması, endüstriyel tarıma dair şüpheler, kanser vb. hastalıklardaki artış, küresel iklim sorunları, büyük kentlerdeki yaşamın getirdiği psikolojik ve sosyal sorunlar… Bunların tamamı çağdaş insanın köşeye sıkışmış olma hissini artırıyor. Dolayısı ile çevreci çözüm önerilerinin ilgi görmesini sağlayacak somut koşulların varlığından söz edebiliriz.
Çevrecilik faydalı bir güç haline gelebilir mi?
İkinci olarak, çevreci hareketler, Batı medeniyetinin ve özelde küreselleşmenin bir yan ürünü olmaları hasebiyle, aynı zamanda onun bir başka yüzünü yansıtırlar. Küreselleşmenin mantığı ile bire bir örtüşen “hepimiz aynı dünyada, tek doğa içinde yaşıyoruz” önermesi üzerine yükselirler. Dolayısı ile emperyalistler tarafından liberalizmin bir yedeği olarak görülüp özel olarak desteklenmeleri kuvvetle muhtemeldir. Nitekim, bugüne kadar emperyalizmin doğayı tahrip eden politikalarını önlemekte pek başarılı olamamışlar, asıl başarılarını gelişen ülkelerin kalkınma hamlelerinin engellenmesinde göstermişlerdir.
Bir başka deyişle, emperyalist ülkelerin geleceğe dair “mastır planında” çevreciliğin bir yeri vardır ve tüm ekonomilerini bu faktöre göre dönüştürmenin ilk adımlarını atmışlardır. Bu dönüşüm adımları, onları hegemonyanın yeni bir fazına taşımakta, böylelikle hala gelişmekte olan Doğu karşısında ciddi bir avantaj sağlamaktadır. Çevreci/doğacı hareketler, tüm standartları Batı’da belirlenen, tüm kurumları Batı’da olan ideolojik akımlar olarak Doğu’nun diz çöktürülmesinde elverişli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Çevreciler ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, emperyalizmin bu yeni araçtan istifade etmesini engelleyemezler.
Şu halde, önümüzdeki dönemin düşünsel çatışma alanında çevreci/doğacı hareketlerin, yerli görüşlerin ve milliyetçiliğin karşısında bir engel olma potansiyeli taşıdığını söyleyebiliriz. Bu sorun bir çatışma ile mi yoksa bir uzlaşı ile mi çözülecektir? Her şey milli devletlerin konuyu ne kadar ciddiyetle ele alacaklarına bağlıdır. Eğer, sorunu enternasyonalist kılıfından çıkarıp ulusal politikanın bir parçası haline getirmeyi başarırlarsa, bugüne dek emperyalizmin silahı olan bu akımlar, faydalı milli güçler haline gelebilirler.

KÜRESELLEŞMENİN EKONOMİK YENİLGİSİ
Ekonomik anlamda da liberalizmin karşısında kamuculuğun yükselişi şimdiden görülüyor. Halkın bu yöndeki talebi daha şiddetli bir biçimde hissedilecek. Fakat, büyük kamulaştırma dalgaları beklemek hayalcilik olacaktır. Her ülkenin kendine özgü koşulları olmakla beraber, bugün ortaya çıkan sistemden kopma eğilimlerinde, yerel burjuvazinin başat rolünü atlamak olanaksızdır. Dolayısı ile Marksist anlamda bir “devrim” beklentisi içinde olmamak gerekir.
Kamulaştırmanın sınırları
Tüm hayatı durduran bir kriz karşısında mali sermayenin yaşadığı bocalama, üreten kesimler için altın değerindedir. Ancak, mali sermayenin üretici güçlere teslim olması, hükümetlerin aynı yönde geliştireceği politikalarla mümkündür. Hükümetler bu tip politikaları geliştirebilirler mi? Açıkçası bu, zorunluluklara bağlı bir şey. Liberalizmin mali sermaye açısından en önemli işlevi, kamu hizmeti olarak görülen bazı alanları garantili kar kapısına çevirmesiydi. Elektrik, su ve doğalgaz dağıtım şirketleri, toplu taşıma, sağlık ve hatta güvenlik hizmetleri özelleştirildi. Virüs, bu işin sağlık alanında yürümeyeceğini büyük oranda göstermiş oldu. Ancak şimdi bu alanda yaşanabilecek politika değişikliklerine özel sektörün de istekli olduğunu atlamamak gerekiyor. Kamu sağlığına dair ciddi sorunların kar hadlerini sıfırladığı bir anda, yatırımcıların işi devlete devretmek istemeleri son derece normaldir. Bu sektördeki yükümlülüklerin ağırlaşması, yatırımcıların karma model talebini güçlendirebilir. Fakat sağlık dışındaki alanlar için -en azından şimdilik- aynı şeyi söylemek mümkün değil. Ekonomik krizin süreklileşmesi, bu alanları karsız hale getirebilir ya da geniş halk kesimleri hizmetin ucuzlatılması için seslerini yükseltebilirler. COVID-19 salgınından sonra her ikisinin de kuvvetle muhtemel olduğunu söyleyebiliriz. Temel hizmetler dışında kalmasına rağmen, yüksek yatırım gerektiren başka alanlarda da sermayenin istikrarının sağlanabilmesi (kaba tabirle kaçmaması) için devletin işe dahil olması gerekecektir.
Asya finans krizinde Malezya’nın tutumu
1997 Asya krizinde Endonezya ve Tayland uluslararası sermayenin tavsiyeleri doğrultusunda hareket ederken, Malezya, IMF ve Dünya Bankası programlarında yazılanların tam tersini yapmıştı. Malezya, beş ana başlıkta “küreselleşmeci liberal dogmaya” karşı geldi:
1 – Faiz oranlarını düşürdü
2 – Yabancı sermaye hareketlerine kısıtlamalar getirdi,
3 – Serbest kur rejiminden vazgeçti
4 – Karma ekonomiye dayalı kalkınma modelini sürdürdü, ve son olarak
5 – Sosyal güvenlik harcamalarını kısmadı.
Asya krizi, temelde bir finans krizi idi. Dolayısı ile alınan tedbirler de büyük oranda para politikası ile ilgili oluyordu. Malezya’nın (kendine has) karma ekonomideki ısrarı ve sosyal güvenlik harcamalarını kısmaması, krize verilen geleneksel tepkilerin ötesindeki adımlardı. Mahatir Muhammed hükümeti, ipleri küresel finans oligarşisinin eline bırakmamaya kararlıydı. Kriz için bir tür “olağanüstü milli komite” kurularak tüm ekonomi kararları merkezileştirildi. Sonuçta Malezya, krizden en erken ve en az zararla çıkan ülke olmayı başardı (5).
Ancak, Malezya’nın deneyimi, neredeyse tüm basına ve akademiye hakim olan “küreselleşme yanlısı dil” tarafından hasır altı edildi. Malezya gibi küçük ve uzak bir ülkenin başka ülkelere örnek olması düşünülemezdi. Oysa 30 milyonu aşkın nüfusu ile Malezya, pek çok Avrupa ülkesinden daha büyüktü ve ekonomik anlamda da 650 milyon nüfuslu Güney Asya bölgesinin %13’ünü temsil ediyordu!
Malezya örneğinin merkezi hale gelmesi
COVID-19’dan sonra böylesi deneyimlerin görmezden gelinmesi pek mümkün olmayacak. Çünkü, Malezya’nın kriz politikasının, 2006 yılındaki bir araştırma ile ortaya konulan çok daha ilginç bir sonucu var.
Health Policy dergisinde Sandra Hopkins imzası ile yayınlanan araştırma, kriz dönemindeki uygulamaların, üç Güneybatı Asya ülkesinde halk sağlığına etkilerini karşılaştırıyor (6). Bu dönemde Malezya’da halkın sağlık seviyesinde belirgin bir gerileme olmazken, komşularında ciddi sorunlar yaşandığı görülüyor. Krizin etkisi ile Endonezya ve Tayland’da ölüm oranları kayda değer biçimde artarken Malezya’da sabit kalmış. Avusturalyalı bir ekonomi profesörü olan Hopkins, araştırmasında diğer değişkenleri elemeyi başardığı için net bir sonuca varıyor: Kriz dönemlerinde güçlü bir sosyal güvenlik sistemi olmayan “liberal” ülkelerde halk, krizin bedelini sadece ekonomik olarak değil, canı ile de ödüyor. Böylelikle, merkezi denetime bağlı milli ekonomi, karma model ve halkçı sosyal güvenlik yaklaşımının bir arada mutlak bir başarıya imza attığı görülüyor.
Sosyal yardımlar mı, karma ekonomi mi?
COVID-19, bir zamanlar Güney Asya ölçeğinde ve sadece ekonomik düzeyde kalan bir örneği Dünyanın merkezine taşımış oldu. Milli sağlık sistemi güçlü olan ülkelerin daha dirençli, içinde devlet ağırlığı olan eonomilerin daha başarılı olduğu açıkça görülüyor. İlk bakışta bu durumun güçlü bir kamuculuk dalgasına yol açması beklenir. Ancak, bu noktada asıl belirleyici olan devletin tercihleri olacaktır. Devlet, bu gelişmeler karşısında doğrudan sosyal yardımları mı tercih edecektir, yoksa karma ekonomiyi mi? Devletlerin bugüne kadarki alışkanlıkları, liberalizmin bir parçası olan (ve kamucu çevrelerce “sadaka ekonomisi” olarak adlandırılan) doğrudan sosyal yardımlara başvurma yönünde oldu. Bundan sonraki ilk reflekslerinin de -mevcut düzeni bozmamak adına- bu yönde olacağını kestirmek güç değil. Ama sadece sosyal politikalarla sınırlı kalacak bir dönüşüm çabası bile, hiç değilse maliye alanında bazı katı tedbirler almayı gerektirecektir. Böyle bir halde, gelir vergisi, kurumlar vergisi ve mülkiyet vergisi gibi kalemlerde yapılacak artışlar liberal “gelişme” stratejisinin tıkanması sonucunu doğurur. Bunun üstüne ihtiyaç duyulacak tek şey, devletleri kamuculuk yönünde zorlayacak toplumsal güçlerin sahneye çıkabilmesidir. Ve doğrusu kamuculuğun başarısı da en çok bu sonuncuya bağlıdır.

ULUSLAR ÜSTÜ KURUMLARIN SONU
Küreselleşmenin siyasi kurumlarının yükselişi hayli tantanalı olmuştu, çöküşleri de aynı derecede gürültülü olacak gibi duruyor. Sınır ötesi birlikler, çoklu ticaret anlaşmaları ve milli hükümetin üzerinde şekillenen her kurum, uzunca bir süredir halk hareketlerinin hedefi durumunda. Salgın ise, bu kurumların mutlak başarısızlığını gösteren bir örnek olması sebebi ile final sahnesini çok daha dramatik hale getiriyor. Tüm insanlığın geleceğine dair ideal modeller olarak sunulan AB gibi birlikler, salgın karşısında birer ayak bağına dönüştüler. Batılı ülkeler birbirlerine karşı bile acımasız bir tavır takınırken, Rusya, Çin, Küba, Türkiye gibi ülkelerin Dünyanın yardımına koşması emperyalist birliklere yönelik öfkeyi büyüttü. AB üyesi İtalyanların, medeniyetin merkezinde yalnızlığa ve ölüme terk edilişi sadece onlarda değil, tüm Avrupalılarda travmatik bir etki yarattı. Artık insanların bu tip yapılardan çok daha hızlı bir şekilde kurtulmak istedikleri görülüyor.
Peki bunların yerine ne gelecek? Dünyadaki güç dengeleri ve işbirliği nasıl sağlanacak? Aslında bu konudaki ipuçları da salgından önce elimizdeydi. Şimdilik, egemenlik haklarını ve milli politikaları ihlal etmeyen, daha gevşek bölgesel birlikteliklerin yıldızının yükseldiğini söyleyebiliriz.
Küresel kurumların direnci
Ancak bu alandaki gelişmeler de sanıldığı kadar kolay olmayabilir. Birincisi, dağılan her birliktelik az çok çatışma getirir, bu çatışmaların -kontrol edilemedikleri takdirde- bazı geri sıçramalara yol açmayacağını kimse garanti edemez. Birliklere ve anlaşmalara dahil olan ülkeler, ticaretlerini büyük oranda bu şemsiyelerin altında yapmaktadır. Aynı durum yabancı yatırımların dağılımı için de geçerlidir. Birlikten geriye doğru çekilme, bu mal ve para akışında aksamaların olması anlamına gelir. Üretim sürecinin bu denli karmaşıklaştığı bir dünyada bu durum, özellikle sanayileşmiş ülkeler için bir üretim krizine dönüşebilir.
Küçük ülkelerin kırılganlığı
İkinci sorun, küçük ülkelerin kırılgan durumu. Birlikler, küçük ülkelerin üretim kapasitelerini büyük oranda tasfiye etmelerine, milli sermayelerini kaybetmelerine yol açtı. Çok güçlü bir işçi hareketi olan Yunanistan’a bakın. 2009’da başlayan krizle beraber Yunan işçi sınıfı ayağa kalktı, ama karşılarında yıkabilecekleri bir Yunan burjuvazisi yoktu. Uzunca bir süre ele geçirecek “iktidar” arayan insanlar, sonunda direksiyonu Syriza gibi “muhalif” ama AB’den ayrılma riski taşımayan bir aktöre teslim ettiler. Bu dönemde “tüm fabrikalar işçilere” diyenler pek itibar görmedi, çünkü Yunanlılar “hangi fabrikalar” diye soruyordu. Aç kalmakla, birliğe daha fazla entegre olup Alman sadakası ile yola devam etmek seçenekleri arasında kaldılar ve tabii ki ikinciyi seçtiler.
Büyüklerin sürdürülebilirlik sorunu
Birliklerin dağılmasını engelleyecek dirençler arasında, üçüncü olarak, daha büyük ülkelerin yaşayabileceği “sürdürülebilirlik” sorunundan söz edebiliriz. Her yıl düzenli olarak ulaşmak zorunda oldukları büyüme rakamları için serbest ticaret anlaşmalarına muhtaç olan bu ülkeler, anlaşma dışına doğru attıkları her adımda büyük boyutlu sosyal maliyetlerle karşılaşabilirler. Çin’i ele alalım, büyük ekonomik başarısını 15 yıllık müzakerelerin ardından 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne girdikten sonra gerçekleştiren bu ülkenin, şimdi bu örgütün dışında kalması düşünülebilir mi? Öte yandan, bugün dünyadaki tüm ticareti bazı “sözde ortak menfaatler” çerçevesinde düzenleyen DTÖ, milli iktidarların önündeki önemli engellerden biri olarak duruyor ve örgütün rehabilite edilmesi için de herhangi bir çaba yok. Çin’in bile gündemine alamadığı bir eleştiriye Hindistan, Endonezya, Türkiye, Brezilya, Meksika gibi orta halli ülkelerin cesaret etmesi ise hiç düşünülemez. Gelişmekte olan ülkeler için uluslararası sermaye hareketlerine bağımlılık başlı başına bir sorunken, sermayesi olanlar için de bu sefer tarifelere ve serbest mal dolaşımına bağımlılık sorunu çıkmaktadır. Hali hazırda var olan bölgesel anlaşmaların güçlenmesi belki bölgesel yeterlilikleri artıracak, üretimde globalleşmenin önünün bir nebze kesilmesi DTÖ gibi adaletsiz mekanizmaların milli devlet üzerindeki baskısını bir nebze azaltabilecektir. Ancak bunun için zaman gerektiği açıktır.

EMPERYALİZMİN EN GÜÇLÜ YANI: KÜLTÜR
Küreselleşmeci liberalizmin ekonomik ve ideolojik alanlardaki gerilemesi, kültür alanına aynı düzeyde yansımadı. Hatta ilginç bir şekilde, ekonomik alanda iflas eden liberalizm, kültür alanında zafer üstüne zafer kazandı. Bunun pek çok farklı sebebi olmakla beraber, iki önemli etken özellikle zikredilmelidir.
Bunlardan birincisi, kültür alanının doğası ile ilgilidir. Kültür, insan toplumlarındaki tüm sosyal davranış ve normların bir toplamı ve maddi/manevi birikimi olarak, ekonomi ve siyasete göre çok daha derin ve karmaşık bir yapıyı temsil eder. Dolayısı ile ekonomi ve siyasetteki değişimlerin kültüre yansıması belirli bir zaman alır. Küreselleşmenin son yıllarda yaşadığı siyasi gerilemelerin henüz kültür alanına yansımadığını söyleyebiliriz.
İkinci olarak, ekonomik liberalizme direnen milletler, kültür alanında direnmek için daha isteksiz davranmıştır. Çünkü Dünyanın genelinde Batı medeniyetine dair ciddi bir kafa karışıklığı hakimdir. Bizdeki “Batının bilimini alalım, ahlakını almayalım” önermesinde görüldüğü gibi, yaklaşık üç yüz yıl boyunca milletler, Batının teknik ve parasal üstünlüğü karşısında çaresizlik hissine kapılmıştır. 1945 yılından sonra, ABD ve Avrupa’dan ihraç edilen Batı tipi yaşam, son otuz yılda tüm dünyada egemen hale gelmiştir. Bu, bazı Batılı kültür öğelerinin Doğu toplumları tarafından benimsenmesi ve artık “yerli” zannedilmesi için yeterli bir süredir. Bunların, ekonomik alt yapı ile sıkı bir ilişki içinde olduğunun anlaşılması sanılandan daha uzun sürebilir. Batı tarzı yaşam, Batı tarzı ekonomi ile yakından ilgilidir. Ülkeler, milli ekonomiye yöneldikçe mevcut yaşam alışkanlıkları sürdürülemez hale gelir ya da en azından bu alışkanların değişme ihtimali insanlarda bir kaygı doğurur. Bugüne dek görülen ekonomik kopma hamlelerinde, toplumlar bu gerilimden kaçma veya böylesi bir çatışmayı erteleme yoluna sapmıştır.
Liberalizmin kültürpolitik’i: Çokkültürcülük
Her yeni ekonomik düzen, üzerinde güven içinde gelişip serpilebileceği yeni bir kültür arzu eder. Küreselleşmeci liberalizmin, kültür konusuna çok özel bir önem vermesinin temel sebebi budur. Liberalizmin içinde gelişebileceği en uygun kültürel iklim, merkezinde Batı tarzı yaşamın yer aldığı bir tüketim toplumu üzerinde yükselen çokkültürcülüktür. Liberalizm, tüketim olgusunu önce toplumu şekillendiren ideolojik bir araç haline getirmeyi, daha sonra da sorgulanmaz bir kültür koduna -bir tür inanca- dönüştürmeyi başarmıştır. Tüketim toplumu, sadece ekonomik işlevi ile değil, ideolojik işlevi ile de küreselleşmenin ana parçalarından biridir. Çünkü, küreselleşen sermaye küreselleşen normlara, küreselleşen yaşam pratiklerine ihtiyaç duyar.
Tüketim toplumu, gündelik pratikler anlamında her ne kadar Batılı yaşamdan daha fazlasına tekabül ediyor gibi görünse de özünde Batı değerleri üzerine kurulmuştur. Özellikle yüksek kültürel birikimi olan coğrafyalarda milli direnç odakları ile karşılaşması kaçınılmazdır. Çokkültürcülük, bu tür çatışmaların sistemin geneli üzerinde oluşturacağı gerilimi yönetmek için geliştirilmiş bir yaklaşım olarak görülebilir. Milli kültürün, yeni küresel kültür içine akışını -daha doğrusu orada çözülmesini- sağlamak, yerleşik değerlerle çelişen normların ve kalıpların kabulünü kolaylaştırmak, bir tür “çeşitlilik” söylemi ile mümkün olmuştur. Çokkültürcülüğün özünü oluşturan bu söylem, millete değil etnisite ve topluluk kavramlarına dayanır: Dünyada bizden başka binlerce halk (millet değil) yaşamaktadır ve bunların her birinin farklı değerleri vardır. Hatta bizim millet dediğimiz “şey” de aslında pek çok farklı halktan oluşmaktadır. Şu halde, hiçbir milli değer mutlak olamaz. Ortada bu kadar farklı “kültür” olduğuna göre, neden sadece bizim doğru bildiklerimiz doğru olsun ki?
Çeşitliliğe dayalı çokkültürcülük, ideolojik bir silah olarak sadece milli kültürlere karşı değil, evrensel insani değerlere karşı da kullanıldı. Örneğin, bizde Cumhuriyet devrimleri ile gelen modern yaşam biçiminin aslında halka dayatılan bir zorbalık olduğu tezi de bu fikri zemine dayanır. Batılıların, farklı toplumlarda yaşanan insan hakları ihlallerini (namus cinayeti, çocuk evliliği, kadın hakları ihlalleri vs.) “kültürel bir fark” olarak kodlamasının arka planında da yine bu fikir yatmaktadır.
Milli devlet ve insani dayanışma
COVID-19 salgını, bugüne kadar savunma durumunda kalmış olan iki fikrin hızla güçlenmesini sağladı: Sınırlar üzerinde yükselen milli devlet ve sınır tanımayan insani dayanışma. Üstelik bunlar, -liberal telkinlerin aksine- birbiri ile çelişir şekilde değil, uyum içinde ve birbirini besleyerek güçleniyorlar. Milli devlet, milli kültürün koruyucusudur. İnsani dayanışma duygusu ise evrensel insani değerlerin manipüle edilmemiş, en saf halidir. Dolayısı ile bu iki gücün yükselişi, çokkültürcülüğün iki ayağının birden darbe alması anlamına gelir.
Tüketim toplumu hala geçerlidir
Ancak, yine de temkinli olmak gerekir. Çünkü, en önce, asıl zemini oluşturan tüketim toplumu, küreselleşme ile icat edilmiş bir şey değildir. 2. Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş bir modeldir, en azından 70 yıllık kökleri vardır ve neredeyse Dünyanın tüm ülkelerinde kurumsallaşmıştır. Salgın, çokkültürcülük ve çeşitlilik söylemine zarar verse bile, onların geliştiği toprağa, yani tüketim toplumuna olumsuz bir etki yapıp yapmayacağı henüz belirsizdir. Bugün için, küreselleşmeye direnme eğilimi gösteren milli devletlerin hiçbirinde tüketim toplumundan ya da ona meşruiyet kazandıran söylemlerden bir uzaklaşma görülmemektedir.
Emperyalist kültür kurumlarının gücü
İkinci olarak, küreselleşmenin kültürel kuruluşları, ekonomik ve siyasi kuruluşlarından daha güçlü durumdadır. Çünkü bunlar, tüm küresel mekanizmalar arasında “en sivil” olanlardır ve neredeyse otuz yıl boyunca Dünyadaki entelektüel sermayenin büyük bölümü buraya akmıştır. Özellikle AB gibi uluslararası birliklerin ya da ABD devlet programlarının himayesinde gelişen binlerce yerel kültür kuruluşu bulunmaktadır. Ama bunlardan daha fazlası, Soros benzeri finansörlerin ve “bağımsız” vakıfların aracılığı ile kurulan yapılardır. Bunlar, akademiyi de içine alacak şekilde öylesine geniş bir alana yayılmıştır ki uzunca bir süredir hiçbir milli girişim varlık gösterememektedir. Kültür alanında etnik ya da küreselci olmayan her çaba kolaylıkla “faşist” olarak nitelenmektedir.
Kültürün Dünyadaki en üst kurumu sayabileceğimiz UNESCO, Batılı olmayan ülkelerin de dahil olduğu bir kurum olmasına rağmen, tüm politikasını “çeşitlilik” yaklaşımı üzerine kurmuştur. Bu, küreselleşmeciliğin kültür alanındakini gücünü göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Milletlerin isteksizliği
Bu konudaki üçüncü etken ise Dünyanın gerçek anlamda “küçülmüş” olmasıdır. Büyüyen orta sınıfın yaşam biçiminde seyahat ve internet kullanımı muazzam bir yere sahiptir. Ve sadece internetin değil, TV yayın platformları ve tüm eğlence endüstrisinin içeriği hala aynı ellerdedir. Dolayısı ile, “milli kültür” artık çok katmanlı bir rekabetle karşı karşıyadır. Üstelik popüler kültürün bu yeni biçimleri, milletlerin kültür miraslarını da arzu ettiği şekilde yeniden yazabilecek güçtedir. Internet üzerinden yanlış bilgiler hızla yayılmakta, TV programları tarihsel olguları arzu ettikleri gibi manipüle edebilmektedir. Sosyal medya, Netflix gibi yeni kültür kurumları, tamamen rızaya dayalı bir zihin sömürüsünün yeni patronlarıdır.
Otuz yıl boyunca tüm normları Batı standartları ile şekillenmiş insanların, bu değerler sarsıldıkça acı çekmeleri doğaldır. Bugün bu sanal alemler, “hayatın acılarından” kaçıp sığınılan limanlar durumundadır. Bunun için, salgın sonrasında liberalizmin ekonomik ve siyasi zincirlerinden kurtulmak isteyen insanlar, Batının kültür hegemonyasından çıkmak konusunda aynı derecede istekli olmayabilirler.

SONUÇ YERİNE
Özetleyecek olursak, küreselleşmenin salgınla beraber tüm ana başlıklarda yaşadığı sıkışma, milli güçlerin önüne önemli fırsatlar getiriyor. Fakat, virüsün kendisi tarih yapıcı bir güç olmadığına göre, bundan sonra olayların nasıl gelişeceği, toplum sahnesindeki mevcut aktörlerin gücüne ve iradesine kalıyor. Devletlerin yeni duruma milli politikalarla uyum sağlamaya çalışacakları kesin gibi görünüyor. Ancak, bu politikaların, milletler lehine kalıcı sonuçlar doğurabilmesi, daha açık bir deyişle emperyalizmin yenilgisi ile sonuçlanabilmesi her ülkedeki milli güçlerin mücadelesine bakıyor.
İdeoloji, ekonomi, siyaset ve kültür alanları birbirinden ayrı düşünülemeyeceğine göre, anti-emperyalist mücadele tüm bu alanlarda birbiri ile çelişmeyen, bütüncül bir milli siyaseti zorunlu kılıyor. Bu tür bir siyasetin imkanları, özellikle Türkiye gibi anti-emperyalist birikimi olan ülkelerde yeterince mevcuttur. Fakat yine de, bugüne dek devlette gördüğümüz milli hamlelerin hala büyük oranda refleks şeklinde ortaya çıktığı unutulmamalıdır. Türkiye 15 Temmuz’a uzanan ihanetler silsilesi ile ve ABD’nin Suriye’deki saldırgan tutumu ile karşı karşıya kalmasa idi bugünkü milli hamlelere yönelir miydi bilemiyoruz. Bu refleksler, kamu bürokrasisinin milli yönelimini göstermesi açısından önemlidir ama, milli bir politikanın geliştirilmesinin refleksten fazlasına ihtiyaç duyduğu unutulmamalıdır. Yeni dönemin getirdiği fırsatlar ve riskler, tüm milli güçlerin ortak hareketini zorunlu kılmaktadır.
DİPNOTLAR
(1) Adorno, Theodor W.; Prisms; MIT Press, 1997, s.33
(2) Adorno, Theodor W.; Negative Dialectics; Routledge, 2004, s.363
(3) Avrupa solunun önemli isimlerinden felsefeci Giorgio Agamben, İtalyan komünist Partisi’nin yayın organı Il Manifesto’da yayınlanan makalesinde “salgının hükümetler tarafından abartıldığını, asıl amacın özgürlüklerin kısıtlanması olduğunu” yazdı. Agamben’in makalesi için: https://ilmanifesto.it/lo-stato-deccezione-provocato-da-unemergenza-immotivata/
Bu yazı üzerine başlayan sol/Foucault’cu felsefeciler arasındaki tartışma için: http://www.journal-psychoanalysis.eu/coronavirus-and-philosophers/
Buna benzer görüşler, Almanya ve İngiltere’de sol siyasetler tarafından ilgi gördü. Ancak en ilginci bu fikrin ABD’deki savunucusunun Trump yanlısı Robert Barnes olması idi. Barnes’in yazısı için: https://www.rt.com/op-ed/483758-coronavirus-constitutional-rights-government/
(4) Bu görüşlerin derli toplu bir sunumu için John Vidal’ın Guardian’da çıkan makalesine başvurulabilir: https://www.theguardian.com/environment/2020/mar/18/tip-of-the-iceberg-is-our-destruction-of-nature-responsible-for-covid-19-aoe
(5) Daha ziyade İslami referanslarla anılan bir tür karma model olan Malezya ekonomisi, aslında yerel dinamiklere öncelik verilerek kurulmuş bir yapıdır. Bu bakımdan, “yerli ve karma” nitelemesi, “İslami” teriminden daha isabetli olacaktır. Malezya’nın ekonomi politikası ve Asya finansal krizi ile ilgili detaylı bilgi için şu kaynaklara başvurulabilir:
Othman, Azura – Mat Sari, Norhanim – Alhabshi, Syed Othman – Mirakhor, Abbas; Macroeconomic Policy and Islamic Finance in Malaysia; Plagrave Macmillan, 2017
Choi, Jungug; Governments and Markets in East Asia, Routledge; 2006
Jomo, K. S. (Editor); Malaysian Eclipse: Economic Crisis and Recovery; Zed Books, London, 2001
Xu, Dianqing ve Yu, Tzong-Shian; From Crises to Recovery: East Asia Rising Again; World Scientific Pub. Co., 2001
(6) Hopkins, Sandra; Economic stability and health status: evidence from East Asia before and after the 1990s economic crisis; Health Policy, 2006 Feb. 75(3), s.347-357
* Bu yazı Teori dergisinin Mayıs 2020 sayısında yayınlanmıştır.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
Bir cevap yazın