İhtiyar Firuz, gün batarken eve döner. Bazı günler çarşıda çok iş olur, bütün gün başı önünde çalışır, yük taşır. Bazı günler ise büyük depoların yanında boş boş durur ve onu yük taşımaya çağıracak bir ses bekler. Böyle günlerde, ağzına kadar dolu ambarların yanında işsiz güçsüz oturup kalır, sırtını duvara yaslayıp uyuklar.
Son zamanlar her akşam gün batar batmaz çarşıdan çıkıp acele ile bir yere gidiyor, şehrin eteklerindeki halı dokumahanelerinden birine vardığında duruyor, çoktan kurumuş bir çınar ağacına yaslanıp dokumahanenin kapısını gözlüyor. Yaşlı adam düşünüyor. Peki o sırada dinleniyor mu? Hayır, şimdi daha ağır bir yük bekliyor…
Aniden bir ses onu hayal aleminden çıkardı. Halı dokumahanesinin kapısından çıkan grup grup irili ufaklı çocuklar arasında gözleri birini arıyor.
Sonunda iki kız, yedi seki yaşlarında zayıf ve solgun bir kız çocuğunu kolları üzerinde kapıya çıkarıyor.
Bu, ihtiyar hamalın torunu Süreyya’dır.
Daha yürümeye fırsat bulamadan, nemli, karanlık bir bodrum katında bacakları sakatlanmış, kötürüm kalmıştı. Yaşlı adamın dünyada bu kötürüm kızdan başka kimsesi yoktu. Ekmek peşinde uzaklara giden oğlu, sanki taş olup kuyuya düştü, ne ses ne haber geldi. Gelini ise, ilk çocuğu Süreyya’yı daha sütten kesmeden öldü.
İhtiyar yaklaşıp torununu dikkatle sırtına alıyor ve başı önünde, hiçbir şey söylemeden yoluna koyuluyor.
– Dede, bugün çok mu yoruldun?
– Yok kızım, bugün hiçbir şey yapmadım.
Kızcağız o saat, bugün de dedesinin cebinde parasının olmadığını anlıyor. Fırının önünden geçerken sesleniyor:
– Büyükbaba, dur sengek* alalım.
Yaşlı adam duruyor, sengekçi çırağı birkaç sengek katlayıp yaşlı adama veriyor. Süreyya ise çit çadrasının** ucuna düğümlediği bugünkü ücretini – iki gran’ı*** çıkarıp çırağa veriyor. Yaşlı Firuz’u ter basıyor. Demek o, bugün bile, küçük torununun yevmiyesi ile alınan bir parça ekmeğe muhtaçtır…
Akşam, yarı karanlık, rutubetli bodrum katında, dede ve torun, hasır üzerine serilmiş rengi solgun sofraya oturdular. Sofrada akşam yemeği, biraz sengek ve bir parça peynirden ibaretti.
Ancak bu fakir sofra başında, bu karanlık bodrumda, dedesi küçük Süreyya’ya her gece harika masallar anlatırdı. Kızcağız, nefesini tutarak dedesini dinlerdi.
Sabahları ise dedesinin sesi ile uyanırdı. Yaşlı adam, torununu tatlı uykusundan uyandırır, sırtına alıp halı dokumahanesine getirir, sonra kendisi de calışmak için çarşıya yönelirdi.
Kız, bir yıldan uzun süredir halı dokumahanesinde çalışıyordu. Her sabah güneş doğarken dokumahane irili-ufaklı yüzlerce oğlan ve kız çocuğu ile dolardı.
Bir iki ustayı ve dokumahanenin yaşlı ressamını saymazsak, iki sıra halinde dizilmiş elli büyük tezgahta ve her tarafta, sadece küçük çocuklar çalışıyordu. İkişer, üçer gruplar halinde bu tezgahların karşısında oturup akşama kadar halı dokurlardı.
Sabahları sessizce çalışan çocuklar, saatler geçtikçe yorgunluklarını unutmak ve yorucu işlerini hafifletmek için alçak sesle şarkı söylemeye başlarlardı.
Süreyya ise söylemezdi. Ne sesi vardı söylemeye ne de şarkısı. Açık kahverengi gözlerini dokuduğu ilmeklerden ayırmadan bütün özen ve gayretini sanatında canlandırmaya çalışırdı. Onun dokuduğu goncalar tüm dokumahanede meşhurdu. Bunun için dokumahanenin yaşlı ressamı, çizdiği çeşitli tasarımlar arasında, içinde kızıl goncalar olan desenleri hazırlarken her zaman küçük Süreyya’yı aklında tutardı.
Bu yıl solgun ve kasvetli bir sonbaharın ardından şiddetli rüzgarlar ile soğuk bir kış geldi. Yaşlı Firuz’un rutubetli bodrumunda ise hala soba yanmıyordu, odun yoktu, gazyağı kırık bir lambaya zar zor yetiyordu. Yaşlı adam, geceleri Süreyya’nın titrediğini görüyor, sehere kadar gözüne uyku girmiyordu.
Bugün, Süreyya’yı henüz gün ışımamışken, dokumahane açılmadan getirip kapı önüne bırakmış kendisi de çarşıya gitmişti. Bu sabah büyük ambarlardan birine yük taşınacaktı. İhtiyar, bu fırsatı kaçırmayıp herkesten önce işe koyulmak istiyordu. Ne şekilde olursa olsun, bugün hiç değilse bir bağ yakacak odun parası kazanmalıydı.
Yük sabah erkenden taşınmaya başlandı. Yaşlı Firuz, bugün herkesi şaşırtan ve yaşından beklenmeyecek bir çeviklik ve gayretle çalışıyordu. Daha öğlen olmadan, elli balya taşımıştı bile.
Bir balyayı daha sırtlayıp ambarın yarı karanlık ve dik merdivenlerinden aşağı inmeye başladı. İki üç basamak inmişti ki aniden gözleri karardı ve sanki ayakları altındaki tuğlalar yerinden oynadı. Elini bir yere atmak istedi ama sanki yukarıdan birisi daha ağır bir yükü sırtına yüklüyormuş gibi hissetti. Hızla göğsündeki ipi çözüp yükü yere atmaya davrandı ama, gücü yetmedi, dizleri titredi, bacakları büküldü ve taş gibi ambarın boşluğuna yuvarlandı. Dik basamaklar onu birbiri ardınca aşağı doğru itti, nihayet bağıracak, seslenecek gücü kalmadan ambarın tuğla zeminine serildi.
Aşağıda, ambarda çalışan hamallardan ikisi ona doğru koştular, yükü kaldırıp yaşlı adamı çıkardılar. Lakin iş işten geçmişti.
Akşam çocuklar dokumahaneden çıkarken kar yağıyordu.Çoğu yalınayaktı ve yeri ağartmakta olan karın üzerinde taze izler bırakarak aceleyle evlerine gidiyorlardı. Arkadaşları Küçük Süreyya’yı yine kolları üzerinde sokağa çıkardılar, lakin bu defa yaşlı Firuz kapı önünde onları karşılamadı. Süreyya, hayretle sokağın başına baktı.
Dokumahaneden çıkışında ilk defa dedesi onu beklemiyordu. Süreyya’nın arkadaşları da çevresine toplandılar.
-Firuz Dede neden yok?
Birbirlerine baktılar…
– Gelir, biraz bekleyelim.
Beklediler. Süreyya ise kararan sokağa ve lapa lapa yağan kara giderek artan bir kaygı ile bakıyordu. Arkadaşlarından biri:
– Süreyya, belki yardımlaşarak seni evine götürebiliriz. Firuz dede, acaba ne işi çıktı da gelmedi.
Süreyya kararlı bir şekilde başını salladı:
– Hayır, dedem nerede olsa, mutlaka gelecektir. Siz gidin, yoksa korkarsınız.

Havanın karardığını gören arkadaşları, gerçekten de korktular. Bir süre bekledikten sonra gittiler. Süreyya, karlı kış akşamında, sokakta tek başına beklemeye başladı.
Kar gittikçe daha şiddetli yağıyordu.
Artık soğuk, bedenine işliyor, Süreyya titriyordu. Şimdilik kendini tutuyordu. Ama gecenin ilerlediğini görünce, dedesine karşı bir küskünlük duyarak incindi ve sessizce ağlamaya başladı.
Aradan ne kadar zaman geçti, Firuz dede hala gelmemişti. Artık Süreya seslenmeye başladı. Önce dedesini çağırdı, ses veren olmadı. Sonra sadece herhangi bir kişiyi, bir insanı yardıma çağırdı. Sesini işiten olmadı
Artık dudakları dilsizdi. Sonunda, bu karlı gecede sokakta tek başına kalacağını anladı. Kapalı dokumahane kapısına doğru sürünmeye başladı, belki orada, kapının kemeri altında kar tutmayan bir yer bulmak mümkün olabilirdi…
Sabah güneşin ilk ışıkları kar üzerinde parladığında küçük Süreyya hala yarı baygın halde kapı ile duvar arasındaki köşeye sinmişti. Şimdi saçaklı örtüsü başından sıyrılıp omuzlarına düşmüş, güneş ışınları solgun yüzüne vurmuştu.
Belki, üzerine düşen güneş ışınlarının etkisi ile o an güzel ve garip bir rüya görüyordu.
Uykusunda geniş ufukta büyük ve altın rengi bir güneş doğuyordu.
Artık yaşadığı rutubetli, karanlık bodrum da bu güneşin ışınları ile dolmuş, döşeme ve duvarlar, onun dokuduğu kızıl goncalı halılar ile döşenmiş ve bezenmişti.
Güneşin ışınları vurdukça, dokuduğu halılar üzerindeki goncalar bir bir açılıyor, her biri bir kızıl güle dönüyordu. Bunu gören Süreyya, sonsuz bir sevinç ile alev alev yanan goncalar üzerinde yürüyor, onları koparmaya kıyamıyor, her birini tek tek okşamak istiyordu.
Fakat bir anda birisi kolundan tutup onu bu alemden dışarı çekmeye başladı, uykusu dağıldı, gözlerini açtı.
Onu kolundan tutup kaldıran dokumahanenin yaşlı ressamı idi. Sabah işe gelen çocuklar ise kapı ağzında onun başında toplanmışlardı.
Yaşlı ressam, onu kucağına alıp içeri götürdü, odasındaki kanepeye yatırdı. Kızın gözleri kapandı. Yarım saat sonra yarı-bilinçli bir halde sayıklamaya başladı:
– Neredeydin büyükbaba? Bir bak güneş nasıl doğuyor! Bunların hepsi benim dokuduğum halılar. Goncalar da benimdir…. Şimdi gün vurdukça hepsi bir bir açılmaya başladı. Peki sen neredeydin büyükbaba?
İhtiyar, çocuklardan birini hızla doktor çağırmaya gönderdi. Bir saat sonra sokakta fayton atlarının sesi duyuldu. Yaşlı ressam kapıda hekimi karşıladı, beraber içeri girip Süreyya’nın yatağına vardılar. Doktor, kızın üzerine eğildi. Bir dakika sonra ise başını kaldırarak yaşlı ressama döndü:
– “Gecikmişsiniz”, dedi, “çocuk ölmüş…”
Yaşlı ressam durup bir adım geri çekildi, gözleri yaşlarla dolmuştu. Dönüp pencerenin önüne gitti. Küçük odasının camları ve kırık pencereleri ardında bütün dokumahane onun gözleri önüne açıldı. Orada çocuklar sessizce tezgahların karşısında oturmuşlardı. Bugün hiçbirinin sesi çıkmıyordu, hiç kimse şarkı söylemiyordu. Hepsi başı öne eğik çalışıyordu.
Yaşlı ressam, onlara üzüntü ile baktı, biraz önce Süreyya’nın sayıkladığı sözleri hatırladı ve şimdi birdenbire bu çocukların hepsi ona güneş bekleyen solgun goncalar gibi göründü. Göğsünü çekti ve şöyle dedi:
– Hayır, böyle devam edemez! O gün gelecek! Güneş doğacak, goncalar açacak!
* Sengek: Güney Azerbaycan’da (İran), taş fırında pişirilen pideye benzer bir tür ekmek
** Çadra: İran’da kadınların ve kızların örttüğü şala benzeyen, başın iki yanından sarkan baş örtüsü. Çit Çadra: Bu örtünün pamuklu kumaştan yapılan kenarları baskılı türü.
*** Gran: İran’da kuruş benzeri para birimi
Çevirenin notu: Azerbaycan dilinde ‘qızıl’, ‘altın, altın renginde’ anlamına gelir. Metnin duygusal dokusunu Türkiye Türkçesine aktarabilmek için bu sözcüğü bazı yerlerde kızıl, bazı yerlerde altın sarısı olarak çevirdim.
ÖYKÜ: Enver Memmedhanlı (Ənvər Məmmədxanlı)
ÇEVİRİ: Gaffar Yakınca
Kızışıp bozulup belki de çoğu konuda ayrı düşmekte… Bu çalışmanızdan dolayı tebrik eder takdirlerimi sunuyorum…!
Sayın hemşehrim Gaffar bey emeğinize sağlık. Okurken çok duygulandım.bizlerde dokumacı bir ailenin nesliyiz.teşekkür ederim.