Sanat eseri görmeye gideceksem eğer, klasik sanata karşı her zaman modern/çağdaş sanatı tercih ederim. Ama bu tercihim eserler ile değil, sanat mekanı ile ilgilidir. Çünkü yüksek tavanlı, beyaz, ışıklı modern sanat mekanları bana iyi geliyor. Sanat manat ayağına bedava terapi gibi oluyor. Ama misal, hiç klasik sanat müzesi gezmişliğim yok, çünkü buralar, tabiatı itibarı ile kasvetli, ağır mekanlar.
Paris’e o kadar gidip geldim, kısa bir süre yaşadım, Louvre’la tek ilişkim yanına gidip çay kahve içmek oldu. Lizbon’daki Gulbenkian Müzesi’nin klasik koleksiyon bölümünde bildiğim tek yer lokantadır. Kopenhag’da Carlsberg Gliptoket’in klasik galerilerini koşa koşa geçerken güvenlik görevlileri bir şeyden korktum kaçıyorum zannetmişti de hadise çıkmıştı. Sokak isimlerini bile ezberlediğim Stockholm’deki çağdaş sanat müzesi Moderna Museet’e belki yüz kez gitmişimdir de, her gidişimde önünden geçtiğim -ülkenin en büyük klasik eser koleksiyonuna sahip- Ulusal Müze’ye bir kez olsun girmemişimdir.

Çağdaş sanat ya da kuramcı tabiriyle “postmodern sanat” en çok bizim gibi yarım akıllılara hitap ediyor. Biraz cahilliğimizden, biraz da kafamızın pek basmamasından, gördüğümüz herşeye hayret ediyoruz, “vaaay” diyoruz. “Ne anladın” deseler, tısss..! Zaten asıl bir halt anlamadığımız için ağzımız iki karış ayrık kalıyor.
Cahillik derken de ironi yapmıyorum. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin parasız yatılılarında ayak çıplak baş kabak okumuş bir “kavruk” Türküz. Sanat eğitimimiz en çok Ağlayan Çocuk portresine kadar gidiyor. Lisede Fikret Mualla deseler, herhalde komşu teyzelerden biri sanırdım. Böyle olunca ne kadar anlamazsak o kadar sanat oluyor sanıyoruz, bizi ancak hiç bir şey anlamadığımız, ağzımız açık “aaaa” dediğimiz post modern sanat işleri tatmin ediyor. Onlar da malumunuz tartışmaya pek açık şeyler.
Bir zamanlar bir ressam arkadaş, abukluğu su götürmez bir sanat işinin karşısında, artık sinirine hakim olamayıp şöyle yazmıştı : “Kıçından donunu çıkarıp çiviye asınca çağdaş sanat olmuyor. Yutturuyorlar o başka!”
Doğrusu kıçtan don çıkarıp çiviye asmakla da sanat olabilir ama bu kıçına ve donuna bağlıdır. Daha da önemlisi çiviye ve çivinin çakılı olduğu yere. Hatta sağlam bir yere çakmışsanız sadece çivi bile sanat sayılabilir, üstüne donunuzu asmanız gerekmez.
Misal, şu sıralar Stockholm Modern Sanat Müzesi’nde Nina Canell adlı bir sanatçının Mid-Sentence adlı sergisi var. Moderna Museet’in kocaman bir galerisi bu iş için ayrılmış. Canell, sanat işlerini genelde gündelik yaşamda bir işlevi olan malzemeleri kullanarak üretiyormuş. Kablo, çekiç, su, çiklet ve doğru tahmin ettiniz : çivi !
Sergi daha çok bir şantiye gibi, hangisi tadilat için konulmuş hangisi sanat eseri anlayamadığınız bir sürü inşaat malzemesinin arasında gezip üstünden atlıyorsunuz. Böyle onlarca iş var, ama asıl bomba serginin girişinde. Hemen girişte karşınıza 3 metre yüksekliğinde ve 8-10 metre uzunluğunda kocaman beyaz bir duvar çıkıyor, insanlar bu duvarın iki yanından akıp arka taraftaki sergiye geçiyorlar. Oysa duvarın üzerinde serginin en önemli işlerinden biri duruyor. Duvara kıçından yapıştırılmış iki çivi ve o çivilerden birinin ucundan sarkan dört küçük çivi daha. Duvar o kadar büyük ve çiviler o kadar küçük ki kimsenin görmesine imkan yok. Ben -üzerinize afiyet- biraz eserekli olduğum için hemen yakaladım bunu, bir iki fotoğrafını falan çektim, beni görenler de çevreme toplaştı. Hmm, mmm, hömmm diye sesler geliyor… Anlayacağınız bir deli olarak akıllılara sanat eseri nasıl olurmuş iki dakikada gösteriverdim. İsveç sanat camiası benim ardıma takılmış “çivisel sanatı” tartışırken yetmiş yaşlarında bir hanımla göz göze geldik, müstehzi bir gülümsemeyle “işte buna da sanat diyoruz..” dedi. Hiç bir şey demeden kablolara, malalara, sıvalara doğru kaçtım.

Efendim, ikinci örnek vakamızda ise sadece çivi değil don da var. Lizbon havalimanında SAS’ın “biznıs launj” dedikleri bekleme salonundayım. Karşımda pancar suratlı bir İskoçyalı, belli zengin, kalın bir herif, içmiş de, sanki benim gelmemi bekliyormuş, ben oturur oturmaz başladı konuşmaya. Petrol platformları mı ne yapıyormuş, para pul, petrol, biznıs muhabbeti bitmek bilmiyor… Bir de İskoç aksanı var, zaten söylediklerinin yarıdan çoğunu anlamıyorum, Kadıköy’de çaycılık yapan bir Şevket dayı vardı, konuştuğunun yarıdan çoğu havaya uçardı, onu dinler gibi he he diyorum. Baktım adam uzattıkça uzatıyor, tuvalet bahanesi ile masadan kalktım.
Bahsedeceğim sanat eseriyle de işte orada tuvaletin kapısında tanıştım. Adı “Cuecas”, Portekizce’de “donlar” demek oluyor. Alex Flemming tarafından yapılmış, altı adet dondan müteşekkil bir çalışma. Bay Flemming, duvara çivi çakmakla yetinmemiş, akrilikten yaptığı donları da bu çivilere asmış.. Donların tamamı slip, aralarında tanga ya da paçalı don bulunmuyor. Hepsinin de bir numarası var, 22, 28, 32 gibi. Belki de bunlar kullanılmış bazı donların akrilikle katılaştırılmış hali ve hepsinin ayrı bir öyküsü var, kim bilir! Her biri farklı renklerle boyanmış donlardan etkilenmemek olası değil. Hatta tuvalet kapısında donlara dalıp fazla oyalanırsanız sizin donunuzda da küçük sanat lekeleri oluşabilir. Ben sanatın sınırlarını zorlamaya cesaret edemediğim için fazla oyalanmadan içeri girdim, çıkışta da fotoğraflarını çektim.

Başta da dediğim gibi çividen ya da dondan da sanat eseri olabiliyor. Ama çiviyi nereye çaktığınız ve donu nerede çıkardığınız önemli. Bir de tabi size bu işler için para verecek ortamlarda ne kadar “bağlantıya” sahip olduğunuz.
Buradan bir ikinci hisse daha çıkarabilirsiniz, sergilerde sizin anlamadığınız bazı işlerin çevresinde bir şey anlıyormuş gibi dönüp duran, elini çenesine koyup “hmmm” falan diyen insanlar aslında bambaşka şeyleri düşünüyor olabilirler, onlara pek fazla itibar etmeyin, kendi zevkinize güvenin.
Nina Canell’in Moderna Museet’deki sergisinin tanıtımı : Mid-Sentence
*Bu yazı ilk olarak 15 Kasım 2014 tarihinde yayınlanmıştır.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
YouTube: Gaffar Yakınca
Bir yanıt yazın