Doksanlı yılların başında İstanbul’daki okuma yazmaya meraklı gençlerin uğrak yeri bazı kitapçılar ve gazete bayileri vardı. Yeni bir yayın çıkmış mı diye sık sık buraları ziyaret ederdik. Çünkü aşağı yukarı tüm fikir hareketleri dergiler etrafında örgütlenir, manifestolar dergiler yolu ile duyurulur, biraz kalbur üstü sayılabilecek dergiler paneller, tartışma toplantıları vs. etkinlikler düzenlerdi. Yayınlar şimdiki kadar bol ve çeşitli olmasa da özellikle İstanbul’un hem çok renkli hem de yüksek nitelikli bir kültür ve siyaset ortamı vardı.
Dergâh’ın çıktığı zamanları çok iyi hatırlıyorum. 1990 yılının ilkbahar ayları olmalı, üniversite birinci sınıfta okuyordum. Üsküdar iskelesindeki gazete bayiinde (Beşiktaş vapuru tarafında, iskele giriş kapısına dik duran) diğer dergilerden irice beyaz kapaklı bir tomar dergi duruyordu. Yaklaşınca kapak yazısındaki imzanın İsmet Özel’e ait olduğunu gördüm ve heyecanla bir tane aldım. Bu aldığım ikinci veya üçüncü sayı olmalı. Yani dergi bir süredir çıkıyor ama her nasılsa gözümden kaçmış. Bizim cenahtan olmadığı belli olmakla beraber, o kadar dolu bir dergiydi ki ilk fırsatta daha önceki sayıları da aldım.
Dergâh’ın ilk dönemine -bir yıl mı daha uzun mu hatırlamıyorum- İsmet Özel’in o muhteşem kapak yazıları damga vurdu. ‘Barbarın dili şiir’, ‘Elmanın kalbine eşelek diyen biz Türkler’, Şeyhim güldür’… Bunlar, genç bir adam olarak benim sadece fikrimi değil, şahsiyetimi de ciddi biçimde etkilediler.
Hangi yazıdan aldığımı bilmiyorum, yıllarca yanımda taşıdığım siyah defterime Özel’in şu kısacık cümlesini not etmişim: “Yazılan her şeyin haksızlığa bir tepki olması gerektiğine inanıyorum.” O yıllarda yeni yeni şekillenen devrimciliğimin mayasını çalan birkaç cümleden biri de bu olmalı. Ama, daha tuhafı, devrimcilik iddiasından vazgeçtiğim zamanlarda bile bu temel ilkenin kalbimin orta yerinde durması ve yazdığım her satırda adeta bir refleks gibi ortaya çıkıvermesidir.
İsmet Özel, biz solcular için tanıdık bir isimdi. Otuz yıl önceki Dergâh, sadece onu bir başka yönden kavramama yaramıştır. Ama mesela Dergâh olmasa, on sekiz yaşındaki Gaffar’ın Mustafa Kutlu’yu, Süleyman Çobanoğlu’yu, Nabi Avcı’yı, Süleyman Seyfi Öğün’ü, Mustafa Özel’i, Nazan Bekiroğlu’yu, Ayşe Şasa’yı tanıması mümkün olmazdı. Bir de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ders notlarının ilk kez Dergâh‘ta tefrika edildiğini ve Müslüman Saati makalesinin yayınlandığını hatırlıyorum. Aynı şekilde Nurettin Topçu’nun yazılarını da ilk kez Dergâh sayesinde tanıdım.
“Bu isimleri tanıdın da ne oldu” diyebilirsiniz. Şu oldu: Gökten adeta yabancı kitap yağdığı, Batılıların çer çöp diye attıklarının bile “büyük düşünce” diye Türkçeye çevrilip pazarlandığı bir çağdaydık. Nefes alabilmek için yerli bir şeylere ihtiyacımız vardı. Attila İlhan ile, Kemal Tahir ile, Doktor Hikmet Kıvılcımlı ile beslediğim ruhuma, Dergâh sayesinde işte bir de bu yönden yol açıldı. Sonraki yıllarda en ağır yükler altında bile çökmeyen bir “yerlilik şuuruna” ulaşmak -hiç değilse benim için- başka türlü mümkün olmazdı.
Dergâh’ın son aldığım sayısı 90 küsürlü bir numaraya sahipti. Sadece kapağında İbrahim Tenekeci’nin bir şiirinin olduğunu hatırlıyorum. Sonrası benim için kaç göç yılları. Yeniden memlekette tam yerleşik hale gelene kadar, ancak denk geldikçe alıp okuyabildim. Şehirden şehire, ülkeden ülkeye gezdiğim zamanlarda yanımda taşıyabildiğim, hadi daha açık diyeyim, gerçekten benim olan çok az eşyam oldu. Mülkiyetim, bir valize sığabilecek kadar azdı, öyle olmalıydı. O eşyanın içinde Dergâh’tan koparılmış on – on beş sayfa hep benimle gezdi. Bazı yazılar, o kadar önemlilerdi ki İstanbul’da birilerine emanet edip istikballerini riske atmak istemiyordum. Derginin tamamını taşımak da ağır olacağından o yazıların olduğu sayfaları koparmış yanımda taşıyordum. Şimdi derli toplu bir kütüphanem var, Dergah sayfaları da orada güven içindeler.
Dergâh’ın hayatımdaki önemli etkilerinden biri de beni -şiir yazmaktan değilse de- şair olmaktan vazgeçirmesidir. 1991 veya ‘92 senesi olmalı, elimde daktiloya çekilmiş iki şiirle derginin Çemberlitaş’taki yazıhanesinin kapısını çaldım. Beni Mustafa Kutlu ile görüştürdüler. Gri tonları olan, temiz, mütevazı bir odada bana çay ikram ettiğini hatırlıyorum. Şiirlerimi okudu, hiç yorum yapmadı, neler okuduğumu sordu, sonra da Lale Müldür okumamı tavsiye etti. Özellikle de yeni çıkmış olan Kuzey Defterleri’ni önerdi. Koskoca Mustafa Kutlu’nun beni bu kadar olgun bir tavırla ve bu denli ciddiye alarak dinlemesinden çok etkilenmiştim. Bunun için o kısa görüşme üzerine uzun uzun düşündüm, Kutlu’nun bana “şiir üzerine yürümemem” gerektiği mesajını verdiğini anladım. Biraz kırılmıştım tabii ama, daha iyi yaptığım şeye, düz yazıya dönmem çok daha kolay oldu.
O yıllarda kendi çapımızda edebiyat dergileri falan da çıkarıyorduk. Arkadaşlarımızın şiirleri veya öyküleri genelde Varlık, Adam Sanat gibi dergilerde yayınlanıyordu. Bense tanıdık ağabeylerin de bulunduğu “bizim” yayınların kapısına bile uğramamıştım. Neden “bizim cenahtaki” bu dergilere değil de Dergâh’a gitmiştim, bunu hala tam olarak izah edemiyorum.
Şimdi Dergâh’ın kapanma haberi geldi. Kağıt maliyetleri dergiyi bu noktaya sürüklemiş. Çok üzücü, insanın yüreğini sızlatan bir haber bu. Kimileri “zenginler neden destek olmuyor” diye soruyor, kimileri “zamanın ruhu böyle, kağıt dergiler yaşayamayacak” diyor. Bu fikirlere katılmam mümkün değil. Çünkü gazete bayileri yüzbinlerce basan seviyesiz “sözde edebiyat” dergilerinden geçilmiyor, insanlar hala ellerinde kağıttan yapılma okuyacak bir şeyler olsun istiyor. İkincisi, bir milletin ruhunu var eden aydınlar tek marifeti “zengin olmak” olan insanların inayetine muhtaç olmamalı. Dergâh gibi dergiler böyle yaşayacaksa, kapanmaları evlâdır.
Peki ne olmalı?
Dergâh’ın kırk dördüncü sayısında Mustafa Özel’in çevirisi ile yayınlanan Immanuel Wallerstein’ın “Ulusal ve evrensel: Dünya kültürü diye bir şey olabilir mi?” başlıklı muhteşem makalesi, küreselleşmeye karşı kültürel direnişin bir amentüsü gibidir. Wallerstein, kültürü bir direniş aygıtı olarak tarifler ve “direnmenin kalitesinin yükseltilmesi” gerekliliğinin altın çizer. Şu halde Dergah gibi yayınlar yaşatılmalıdır. Hem de reklam, bağış gibi ucuzluklara gitmeden, doğrudan bir devlet politikası olarak yaşatılmalıdır. Sadece yaşatılmamalı, aynı zamanda kollanmalı ve kamusal alana dayatılmalıdır. Bunun ekonomik detayları ayrıca konuşulur ama, prensip, bir direniş aygıtı olarak milli kültürün korunması olmalıdır.
Küreselci çetelere ve emperyalist yağmaya karşı sadece silahla direnilebileceğini düşünmek saflıktır. Bazen bir derginin kapanışı kocaman bir ordunun kaybı anlamına gelebilir. Dergah hayatta kalmayı başarır mı bilmem ama, elimizde kalanlara da gelecek olanlara da bakmamız gereken açı budur.

Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
YouTube: Gaffar Yakınca
Yaay:@GaffarYakinca
Sizin cenahı ve hangi sanatçılarla teşrik-i mesaide bulunduğunuz merak ettim, tabiî bir de dergilerini…
Kolay gelsin…