Batı medeniyetinin tarihi insan acısının ve zulmün tarihidir. Ortaçağ’dan hemen sonra Fransa din savaşlarında 4 milyon, Otuz Yıl Savaşlarında 10 milyon, Napolyon savaşlarında 5 milyon ve diğer ufak tefek savaşlarda on milyonlarca insan öldü. Batılılar, 18. ve 19. Yüzyıl boyunca Latin Amerika, Afrika ve Uzak Asya’da on milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşlar çıkardılar, salgın hastalıklara sebep oldular ve en önemlisi, sayısız insanı köleleştirdiler.
Servet birikimin kaçınılmaz sonucu devrimler çağı ve bilimsel ilerlemeydi. Medeniyetin çarkının dönmesi için dinlerin, sınıfların, milletlerin birbirini boğazlamasından ve zayıf olan her canlının ilerlemeye kurban edilmesinden başka çare yoktu. Yirminci yüzyıl ise bu çağa bile rahmet okuttu. Aydınlanma ve bilimsel ilerleme insanlık açısından muhteşem kazanımlar sağladı. Ama, bunlar misal, iki dünya savaşında ölen yüz milyondan fazla insanın kefaretine yetti mi bilmiyoruz!
Amerika yerlileri ve Afrikalılar ile başlayıp sonunda kendi komşuları Yahudilere uzanan soykırım kültürünü saymıyoruz bile. İnsan hangi yöntem ile öldürülürse daha az maliyetli olur, ondan geriye kalan atıklardan nasıl daha çok “ürün” elde edilir diye bilimsel etüt yapan bir “medeniyetten” söz ediyoruz!
İnsana bunca zulmeden bir sistem, hayvana neler yapmıştır, bir düşünün…
Medeniyet yolunda dolu dizgin ilerleyen Batı için Dünya üzerindeki her varlık, ilerleme fikrine kurban edilebilirdi. Aydınlanma, insan-hayvan ilişkileri konusunda zaten kafası karışık olan Hristiyanlıktan dişe dokunur bir miras devralmamıştı. Bu konuda, Batılı düşünürlerin 17. Yüzyıl’dan itibaren tartıştıkları temel mesele, hayvanların bir canı (ruhu) olup olmadığıydı. Yaygın fikre göre hayvan, aklı, bilinci ve canı olmayan basit bir otomata idi. Hayvanlara zulmedilmesine karşı çıkan filozofların bile gerekçesi “bunun sonunda insana zarar verebilme ihtimali” idi.
Hayvanlara nasıl davranacağına dair sağlam bir ahlaki zeminden yoksun kalan modernite, zalimce deneylerden hayvanat bahçelerine, parfüm sanayi için sokak hayvanlarının yok edilmesinden endüstriyel et üretimine, fildişi ticaretinden safari avcılığına kadar hayvanlara yapılabilecek her türlü zulmü “ilerlemenin bir gereği olarak” meşrulaştırdı.
Batılıların “gelişim yılları” boyunca kaç Afrikalıyı, Asyalıyı, Amerika yerlisini öldürdüklerini bilmediğimiz gibi, kaç hayvanı yok ettiklerini de bilmiyoruz. Nitekim bugün hala ABD ve Avrupa’da endüstriyel et ve süt üretimi sebebi ile milyarlarca hayvan acı çekiyor.
Bu kirli tarihinin doğal sonucu, Batının ağır bir vicdan azabına tutulmasıdır. Günah çıkarma arzusu ile hayvan haklarında bazı uç noktalara savrulmalarının sebebi de budur. Beslenme tercihlerinin ideoloji haline getirilmesi, hayvanları koruma adına şiddet olayları düzenleyen militan gruplar, yapay et çılgınlığı, insan-hayvan bağlantısının tamamen kesilmesinden yana olan abolisyonizm… Batının bu konudaki savrulması öyle bir hal almıştır ki bugün liberal çevrelerde hayvanlara “eşit vatandaşlık” verilmesi tartışılmaktadır.
Bizde ise hayvan-insan ilişkisine dair bambaşka bir kavrayış var. Orta Asya’dan buralara getirdiğimiz en eski geleneklerimiz, hayvan ile insanın uyumlu ve adil bir birlikteliğine dayanıyor. Türk, her zaman atı ve sürüsü ile var olmuş. Hayatını sürdürmesini sağlayan bu canlılara nasıl davranması gerektiğine dair ahlaki kuralları da ilk çağlardan itibaren çizmiş. Bugün de Türk kültürü, bu dengeli ilişkinin sayısız güzel izlerini taşıyor.

İslam ise bu konuda hiçbir düşüncenin ulaşmadığı bir zirveyi temsil ediyor. İslam’ın temel kaynağı olan Kuran, hayvanları bilinçleri olan ve yaratıcıları Allah’a iman eden varlıklar olarak tanımlıyor. Enam Suresi’nin 38. Ayeti şöyledir: “Yeryüzünde yürüyen bütün hayvanlar ve kanatlarıyla uçan bütün kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettir” Batı düşüncesi henüz bugün bile bu noktaya varamamıştır.
Öte yandan İslam, iki hükmü net olarak koyuyor: Hayvanlardan maksadına uygun istifade edeceksin ve zulmetmeyeceksin. Eşref-i mahlukat olan insan, kendisine bahşedilen bu şerefe uygun davranmak zorundadır.
Örneğin, İslam’da hayvan etinin yenilmesine dair çok detaylı kurallar bulunur. Hangi hayvanın yenilebileceğinden tutun da kesim usullerine kadar her şey helal-haram çizgisi ile ayrılmıştır. Dünya bu denli kalabalıklaşıp beslenme ciddi bir sorun haline gelirken Müslümanların “helal kesim” dediğimiz şeyde ısrar etmeleri ne işe yaramıştır biliyor musunuz? Endüstriyel et sektörünün zalim metotları Müslüman ülkelere girememiş, milyarlarca hayvan bu vahşetten korunmuştur.
Bu kadar lafı ne diye anlattım?
Pek çok konuda, Batı medeniyetinin üstünde bir birikime sahibiz. Ama onlara öykünmekten, kopyala yapıştır işlerin peşinde koşmaktan öylesine bir hale düşmüşüz ki kendi birikimimizi adeta yok sayıyoruz. Ne kendi sorunlarımızı çözebiliyoruz ne de dünyanın geri kalanına özgün çözümler sunabiliyoruz.
Ancak son yıllarda aksi yönde bazı gelişmeler de oluyor. Henüz büyük oranda söylem düzeyinde kalsa da Batı karşısındaki aşağılık kompleksimizi yavaş yavaş aşıyoruz.
İşte hayvan hakları yasa tasarısı da böyle bir şey. Türkiye’nin hayvan haklarına dair özgün bir bakışı olabileceğinin ilk işaretlerini veriyor. Tasarıyı yasalaştırıp uygulamasını da doğru düzgün yapmayı başarırsak, tüm dünyaya insan-hayvan ilişkisinin yeni bir manifestosunu sunabiliriz.(**)
*Bu yazı ilk olarak Aydınlık Gazetesinin 8 Temmuz 2021 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.
**Yazı yayınlandığında 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu henüz yürürlüğe girmemişti
Yaay:@GaffarYakinca
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
YouTube: Gaffar Yakınca
Bir yanıt yazın