Her kuşak kendi zevkleri, kendi tercihleri ve kendi değerleriyle var olur. Hepimiz, önce bu değerlerin kavgasını verir, var eder, sonra tepe tepe kullanır ve genellikle hayli yıpranmış, hatta köhnemiş bir halde kendimizden sonrakilere devrederiz. Onlar da içlerinden işlerine gelenleri alıp daha da işlerine gelecek hale getirirler, yeni kuşağın beğenmedikleri için ise zamanın çöp tenekesi zaten hep hazır beklemektedir.
Şarkılar, kitaplar, filmler, konuşulan dil, jestlerimiz, yiyip içtiğimiz mekanlar, kaygılarımız, ön yargılarımız… Hepsi ilk kabul gördüğü kuşakla şekillenir. Daha doğrusu tüm bunlar insanları şekillendirirken, o kuşağın insanları da bunlara ilk ve sabit olan anlamlarını yükler.
Zaman şüphesiz iki yanımızdan akıp giden bir şey değildir, biz de onunla akarız. Ama, tıpkı bir suyun hep ilk kaynaktaki bilgiyi taşıması gibi, her birimizde az ya da çok değişmeyen, o şarkılarla, o romanlarla tekrarlanan bir şey vardır. Balığı bizim gibi yemeyen gençlere kızarız, o şarkı okunurken susmayanları bayağı buluruz, o romanın filmini izleyenlere şaşarız… Doğrusunu isterseniz bu işte bir miktar haklılık payımız da vardır, ancak gelin görün ki zaman bizimle birlikte ve fakat bizim arzuladığımızdan daha hızlı akmaktadır.
Ne demektir insandan hızlı akan zaman biliyor musunuz? Raflarda sayfaları sararan kitaplar demektir, altı çizili satırlara arada bir yeniden, sanki ilk kez okunuyormuş gibi göz atmak demektir, elbise dolaplarına kaldırılan ikincil önemdeki fotoğraflar demektir, artık görünmeyecek kadar uzak bir geçmişte kalmış olan sevgiliye ait notların eski ajandalar arasından kayıp düşmesi demektir.
Bir de ne var biliyor musunuz, zaman taşlaştırır. Her şeyi, anıları, fikirleri, anlamı, arzuları, hatta kalpleri bile. İlk gençliğinizde sayfaları bir çırpıda açılıveren kitaplar şimdi birer sarı mermere dönüşmüştür. Onların artık bulanmaya başlayan zihninizde bıraktığı belli belirsiz izler de öyle, taştan yapılan, tartışılmaz, yıkılmaz üç beş cümle şeklinde sizinle var olmaya devam ederler. Bazıları o kadar sertleşir ki sonunda kendileri gibi mermerden mezar taşlarına, tunçtan kaidelere yazılırlar.
Bunlar şaka değil, bir çırpıda sayabileceğiniz, kendinize yaşam rehberi edindiğiniz veya yüksek anlamlar yüklediğiniz ifadelerin neredeyse tamamı ilk gençliğinizde okuduklarınızdan, duyduklarınızdan kalmadır. İzahı basittir, mermer zamana direnir, ama mermerin var olması için de yine zaman gerekir.
Bir miktar bahtsız olduğunu söylemekte sakınca görmediğim bizim kuşağın mermerleşen fikirleri de sayısı iki elin parmağını geçmeyecek bir dizi yazara aittir. Sosyalizm mi dediniz? Milli mefkure mi, İslam davası mı? Hayır, sanırım beni yanlış anladınız, onlar bize bir, hatta iki önceki kuşaktan miras kalan, ve aslına bakarsanız bizim de hayli sulandırdığımız ideallerdir. Bizim sindirebildiğimiz fikirler ise sınırlıdır, devrimiz öyle idi, ne yapalım, yenilgiler çağında büyüdük, klasikleri, felsefeyi, varoluşçuluğu, marksizmi, tasavvufu, Doğu-Batı kavgasını ağabeyler ablalar alırken, bize onlara itirazla var olan, hatta bazen itiraz bile edemeyen kırık dökük isimler kaldı. İşte Milan Kundera, Charles Bukowski, Ursula Le Guin, Jerzy Kosinsky, Boris Vian gibileri böyle isimlerdir. Llosa, Marquez ve -bizden öncekilerin hoyratlığı yüzünden- Tanpınar gibi bazı isimlerin de bizim kuşağa düşmesi belki küçük ve güzel bir istisna sayılabilir. Ama bu tip üç beş dev isim dışında, biz genelde sade suya tirit yazarlardan kendimize azık çıkarmaya çalışan bir nesildik.

O yıllarda üniversite okuyan hemen her gencin olmazsa olmazı bir kitaplık ve o kitaplığın demirbaşları da mutlaka yukarıda saydığım isimler olurdu. Benim de durumum yaşıtlarımdan pek farklı değildi. Tabi ki Hesse, Camus, Sartre, Goethe, Cemil Meriç, Kemal Tahir, Attila İlhan, hatta Puşkin, Schopenhauer, Mevlana bile vardı kitaplığımda ama, bunlar bize “kafa dengi kimseler” gibi gelmezdi, bizim kuşak şu ilk saydığım yavan metinciler ile var oluyor, onları konuşuyor, onları seviyordu. Dedim ya, en büyükleri ağabeylerimiz ablalarımız almış, neticesi galibiyet olmasa da kendilerince parlak bir öykü yazmışlardı; biz yenilgiler çağına gelmiştik, kısmetimiz buydu.
Bu bakımdan, Yeldeğirmeni Uzun Hafız Sokak bir tür siyaset mozaiğiydi diyebilirim. Misal, o yıllarda benim dahil olduğum ve hemen hiç yasadışı işi olmasa da hala illegal sayılan örgütün o sokakta dört evi vardı. Başka örgütler için de öyle, ismi gibi uzun olan sokağımızda her birinin ikişer üçer evi bulunurdu. Bunların üstüne bir de “Japon felsefesinin Türkiye’deki temsilcisi” sıfatıyla ilk Türk Samurayı Ahmet Ağabey’i ve özel haremlerini bizim sokağa kuran Aczmendiler’i koyunca, Uzun Hafız Sokak eşi bulunmaz bir karışım sergiliyordu.
Malumunuz, kısa vadede Samuraylar ve biz kaybettik. Aczmendiler kazandı mı bilmiyorum ama, onların ipini elinde tutan güç memleketten istediğini aldı. Bizimse kimin ipinin kimin elinde olduğunu anlamamız için yirmi beş yıl ve sayısız insan feda etmemiz gerekecekti. Okuduklarımızla bir ilgisi var mıydı bilmiyorum, ama eğer vardı ise vebali günahı işte o saydığım isimlere aittir. Çünkü bizim cenaha ait o saydığım evlerin hepsinde, en radikal, en sekter olanlarda bile, kitaplıkta bu isimler ortak bir değer gibiydi. Alın size, aynı dönemde yaşamış insanlara salt aynı anda, aynı yerde bulunmaktan daha fazla bir anlam yükleyen, onları gerçek bir kuşak yapan ortaklıklardan biri…
***
Annem elinde pembe biberonla arka balkona geldiğinde, kargaları izleyip müzik dinliyordum. Yeldeğirmeni’nde tüm balkonlar arka tarafa bakar ve bazılarında, neden bilmiyorum korkuluk yerine beton duvar vardır. Bizim Eren Apartmanı da böyleydi. Müteahhidi üst kat komşum Nejla Teyze’nin babası olan bu apartman, tahminen 1950’lerde yapılmıştı, belki de malzeme kıtlığından seçilmiş olan bu yol, yıllar sonra biz apartman sakinleri için apayrı bir rahatlık anlamına geliyordu. Balkon demirlerinde asla yapılamayacak bir dizi konfora sahiptik, yiyip içtiklerimizi balkon duvarına koymak, duvar üstüne kuşlara yem bırakabilmek veya baldırlarımız acımadan ayaklarımızı uzatabilmek gibi…
Annem geldiğinde ben de bu konforların birinden istifade ediyor, ayaklarımı balkon duvarına atmış müzik eşliğinde yaylanıyordum. Biraz eski usul yetiştirilmiş biriyim, eski usul yetiştirilme en son bizim kuşakta görülmüştür sanırım, oturduğum yere bir büyük gelince mutlaka ayağa kalkarım, kalkamıyorsam bile toparlanırım, üstüme çeki düzen veririm. Annem gelince de hemen ayaklarımı indirdim, “buyur anne” der gibi yüzüne baktım. Kadıncağız elindeki biberonu sallıyor ve kızgın olmaktan ziyade kaygılı bir tonla “bu nedir” diye soruyordu.
Şu dünyada salt iyilikten mamul bir şey varsa o da analıktır derim. Bir ana çocuğu ile ilgili en küçük detayı bile öylesine ciddiye alır, öylesine dolaysız düşünür ki biz onu çoğu zaman bir miktar sersemlik ya da ahmaklık zannederiz. Oysa bu, bir annenin milyonda bir olabilecek bir olasılıkla gerçekleşebilecek bir fenalık karşısında yavrusuna duyduğu koruma hissinin verdiği ağırbaşlılıktan başka bir şey değildir. Dünyanın en eğitimli, en akıllı, en kıvrak zekalı kadınları evlatları karşısında sudan çıkmış balığa dönerler. Bu söylediğim şekilde dünyanın “enlerinden” biri olmasa da benim anam da öyledir. Bizim gibi yaramaz evlatlara düşense, her durumda anneye bazı yalanlar uydurmak, hatta belki önce biraz dalga geçmektir…
Validemin ilk sorusu “nedir bu?” Sonra ikinci soru, “oğlum kimin bu biberon?” Ah… ne yapsın kadıncağız, oğlunun bozuk sicili çok fena yanıtlar getiriyor aklına…
Annemin ses tonundaki ciddiyeti tanırım. Toparlanmakla kalmadım, ayağa kalktım. Ne desem? Annemin arkasındaki raflara, henüz sarı bir mermere dönüşmemiş olan kitaplara baktım ve çabucak yanıtladım: “Ursula ile Jerzy’nin biberonu anne!” Annemin yüzü bir kat daha sarardı, öylece birbirimize bakakaldık…
Devam edecek…
* Bu yazı ilk olarak 3 Nisan 2016’da “Deli Gaffar’ın Notları’nda” yayınlanmıştır.
Yaay:@GaffarYakinca
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
YouTube: Gaffar Yakınca
Etti iki sıra üçüncüde.