Birinci Bölüm
Öğrencilik yıllarımda bir süre Kadıköy Yeldeğirmeni’nde, ismi gibi uzun bir sokak olan Uzun Hafız Sokak’ta oturdum. Eren apartmanı dördüncü katta.
Bitişik nizam sıralı Yeldeğirmeni apartmanlarının arkalarında bahçeleri vardır. İki, bazen üç sokağın bahçeleri yapıların arkasında birleştiği için her adanın orta kısmı duvarların ardına gizlenmiş kocaman, yemyeşil bir koru gibidir. Eski evlerin alçacık camlı kocaman salonları sokak tarafına bakar, bahçeyi gören arka tarafta ise yatak odaları bulunur.
Yeldeğirmeni’nin iki büyük dönüşümünden de önceki zamana denk gelen bu yıllar, mahallede bizim gibi çulsuz üniversite öğrencilerinin de barınabildiği zamanlardı. İlk büyük dönüşüm, Rıhtım boyunca polisten kaçan Malatyalı cep telefonu tezgahçılarının ve Diyarbakırlı pornocuların Yeldeğirmeni sokaklarına yerleşmeleriyle başlayıp, yetimhaneye yakın sokaklarda genellikle Adıyamanlılar tarafından işletilen kahvelerin kumarhaneye, bazı itibarlı apartmanlarınsa bir tür geneleve dönüşmesi ile devam etmiş ve üst üste işlenen birkaç batakhane cinayeti ile zirveye ulaşmıştı.
İyi anımsıyorum, ne polisin Dev Sol’un hücre evlerine yaptığı operasyonlar, ne de Aczmendi lideri Müslüm Gündüz skandalı mahalleliyi bu kadar tedirgin etmemişti. Hatta sanırım, cinayetler işlenene kadar batakhanelerden de büyük bir rahatsızlık duyulmuyordu, ya da en azından kimseler sırf bu yüzden mahalleden taşınmayı düşünmemişti. Mesela benim kapı komşum olan genç avukat çift, biraz parayı bulup o zamanlar için sınıf atlama muhiti sayılabilecek Ataşehir’e taşınınca, yerlerine biri Moldovalı ikisi Bursa taraflarından gelme üç telekız taşındı. Aslında komşularım asla evde iş tutmazlardı, ama lüks otomobilleriyle onları almaya gelen müşterileri yine de bir tedirginlik kaynağıydı. Buna karşın onların alt katında yaşayan Eminönü esnafı Raşit Ağabey, onun karşı dairesindeki öğretmen çift ve diğer “makul” komşularımız mahalleden taşınmayı düşünmemişlerdi. Ancak silahlar patlayıp kavgalar mahallenin evlerine, her sokakta yuvalanmış bir iki otele ve kumarhaneye yayılınca eski sakinler bir bir evlerini boşalttılar. En az kırk yıldır etliye sütlüye karışmadan mahallenin işlerini yapan Elazığlı Ermeni tesisatçı Artin amca bile dükkanı kapayıp bir kenara çekildi. Nur içinde yatsın, bodrum katındaki dükkanından kalma Fırat Tesisat yazısı hala Recaizade Sokak’taki eski yapının duvarında durmaktadır. İşte Yeldeğirmeni’nin ilk dönüşümü budur.
İkinci dönüşüm ne zaman başladı bilmiyorum. Ancak anladığım kadarıyla bu işin başını cebinde Avrolarla gelen Erasmus öğrencileri ve onlara sosyal mekanlar sunarak para kazanmak isteyen yatırımcılar çekmiş. Son gördüğüm haliyle mahallede nalbur bile kalmamış, yer gök kahve, yaygın deyimle “cafe” olmuş. Bu tuhaf haliyle hatalı üretilmiş bir plastik sandalyeye benzeyen Yeldeğirmeni’nde oturup hala eski usül bir mahallede yaşadığını zanneden insanların durumuna üzüleyim mi güleyim mi bilemiyorum. Bu işlerden anlamayan biriyim, belki de benim eski mütevazı mahallem böylelikle hem kendisi hem İstanbul için daha güzel bir yere dönüşecektir. Ancak gördüğüm kadarıyla bu ikinci değişim bugünün çulsuz öğrencilerine, alt düzey memurlarına ve işçilerine mahallenin kapılarını kapamıştır.
Sizlere bir gün Yeldeğirmeni’nin o zamanki hallerini ve ben garibin ta kuzey kutbuna kaçmak zorunda kalmadan önce yaşadığım zamanların detaylarını da anlatırım. Şimdi başlıkta sözünü ettiğim şu biberon hikayesine geçeyim.

Anaların ebet müddet vazifesi, malumunuz, çocuklarının ardını toparlamaktır. Benim anacığım da diğer pek çok Türk annesi gibi ömrünün önemli kısmını yarım akıllı oğlunun arkasını toplamakla geçirmiştir. Kendisi sağ olsun, her zaman benden razı olduğunu söyler, ama bunu bir tür anne düşkünlüğü ile oğluna torpil yaparak söylediğini bilirim. Çünkü aslına bakarsanız, benim gibi karın ağrısı, aklı havada, hafta sekiz cuma dokuz başını belaya sokan bir evlat pek de öyle Allah’tan dilenecek bir şey değildir.
Yeldeğirmeni’nde oturduğum yıllar boyunca sevgili validem, başımın sıkıntıya girme sıklığına bağlı olarak en azından yılda bir kez ziyaretime gelir, hiç değilse birkaç hafta evimde kalarak beni yeniden normal, aklı başında insanların yaşamına döndürürdü. İşte yine bu şekilde yollara düşüp gelen annem, bir Temmuz akşamı, bahçeye bakan balkonda demlenen yarım akıllı oğlunun yanına geldi, elinde tuttuğu biberonu göstererek “gene bir halt karıştırıyorsun sen, bu biberon kime ait” diye sordu.
Mutfağı düzenlerken dolaplardan birinde özenle temizlenip saklanmış olarak bulduğu bu biberon, -oğlunun yakın geçmişteki korkunç sicilini göz önüne alacak olursak- annem için yeterince kaygı verici bir ev eşyasıydı. Yine aynı korkunç sicil üzerinden gidecek olursak, az çok mantıklı bir insan için bütün kapıların tek bir yanıta açılması gerekirdi.
Yaz akşamları en sevdiğim şey Carlos Puebla dinleyerek demlenmek ve ağaçlara konan kuşları izlemekti. Gözlerimi defne ağaçlarına konan kargalardan kaldırıp anneme doğru çevirdim, evet, elinde tuttuğu şişe, benim özenle sakladığım pembe biberonumdan başka bir şey değildi…
Devam edecek…
* Bu yazı ilk olarak 27 Mart 2016’da “Deli Gaffar’ın Notları’nda” yayınlanmıştır.
Yaay:@GaffarYakinca
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
YouTube: Gaffar Yakınca
Hepimiz ve hepimizin analarını anlatmışsınız. Yüreğinize sağlık.