Tanzimat neden ortaya çıktı?
Halil İnalcık’a göre Tanzimat iki boyuttan ibarettir: “Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki müslüman ve gayrı müslim kavimler arasındaki ilişkilerin bir safhası ve Türkiye’nin Batı medeniyet dairesine girişi. ”1
Her iki konunun da daha çok Batı’nın teşviki ile gündeme alındığı düşünülse de imparatorluğun içinde bulunduğu gerçek sorunlar ile ilgili olduğunu kabul etmek gerekir. 18. Yüzyılın ikinci yarısında tüm dünyanın çehresini değiştiren iki önemli olaydan söz edilebilir: Sanayi devrimi ve Fransız İhtilali. Her ikisi de klasik imparatorlukları, konumuz özelinde ise Osmanlı Devleti’ni olumsuz şekilde etkilemişti.
İmparatorluk, ekonomisi toprağa dayalı devasa bir merkezi devletti. Devlet örgütlenmesi, askeri yapı, adalet sistemi ve mülkiyet rejimi de bu gerçeğe göre düzenlenmişti. Devleti dört yüz yıl sorunsuz yaşatan bu model, sanayi devrimi ile ortaya çıkan gelişmeler karşısında yetersiz kaldı. 17. Yüzyıl’da Batılı devletler ile Osmanlı arasında kurulmuş olan denge, kısa sürede Osmanlı aleyhine bozuldu. Buhar makinesi, otomatik dokuma tezgahları ve demiryolları Avrupa’yı hızla kalkındırdı. 19. Yüzyılın başına gelindiğinde Batı’nın Osmanlı karşısındaki ekonomik ve askeri üstünlüğü açıkça görülebiliyordu.
İkinci olarak, Fransız İhtilali’nin önemli sonuçlarından biri modern anlamdaki milliyetçilik düşüncesinin ve cumhuriyet fikrinin yaygınlık kazanmasıdır. Bu fikirler, Osmanlı İmparatorluğu içindeki farklı unsurları da etkiledi. Uzunca bir süre yerel beylerin başını çektiği küçük isyanlar, 19. Yüzyıl’ın başından itibaren (Sırp ve Yunan isyanı gibi) milli ayaklanmalar mertebesine ulaştı. Dolayısı ile Tanzimat, bu iki etken yüzünden bozulmuş düzenin tamir edilmesi için düşünülmüş bir çare idi.
Tanzimat neden Batıcıydı?
Tüm Tanzimat hareketinin merkezinde Batılılaşma fikrinin olmasını ise iki sebebe bağlayabiliriz. Birincisi, sanayileşme de milliyetçilik de Batı kaynaklı olgulardır. Osmanlı Devleti’nin sanayileşme karşısındaki tutumu Batı’nın ticari menfaatleri ile doğrudan ilgilidir. Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlerin durumu da bir “din birliği” motifinden öte, Batı’nın siyasi ve ekonomik menfaatlerine hizmet etmesi açısından önemsenmiştir. Aşağı yukarı tüm ulusal ayaklanmalar Batı’nın (veya Rusya’nın) teşvik ve desteği ile çıkmıştır.
Tanzimat hareketinin merkezinde Batılılaşma fikrinin olmasının ikinci sebebi diplomatik ilişkilerin artması ve matbuatın yaygınlaşması sonucunda Osmanlı elitinin Batı ile daha çok temas kurmasıdır. 1721’de elçi olarak Paris’e gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’deki özgüven, aşağı yukarı bir yüz yıl sonra yerini bir geri kalmışlık ve öykünme psikolojisine bırakmıştı .2 Batı ile Osmanlı Devleti arasındaki maddi fark o denli açılmıştı ki Avrupa’yı gören bürokrat ve aydınlar, ne pahasına olursa olsun Batı’nın yakalanması gerektiği fikrinde birleşiyorlardı.
Batı gibi gelişebilmenin tek yolunun onu taklit etmek olduğu fikrinin yaygınlaşması çok zor olmadı. Çünkü ülkenin eğitim ve düşünce sistemi yerli çözümler üretemeyecek denli zayıf düşmüştü ve büyük bir ihtimal ile siyasi sistem de radikal yerli çözümleri kabul edemeyecek denli zayıftı. Örneğin, Ayanlar ile Padişah arasında 1808’de imzalanan Sened-i İttifak’ın başarısızlığının önemli bir sebebi bu zayıflıktır.
Yine de Tanzimat, zamanın devlet adamları arasında, o güne dek denenmemiş, devrimci bir hareket olarak görülüyordu. Çünkü ülkedeki ıslahat çalışmalarının tarihi iki yüz yıl önceye uzanıyordu ve bunların önemli bir bölümü arzu edilen sonucu vermemişti. Hakim sınıfların kendi aralarındaki dengelere yönelik düzenlemeler, devlet teşkilatındaki değişiklikler, iç ekonomik önlemler ya da feodal beylerle devlet arasındaki yeni sözleşmeler… Bunların hiçbiri Osmanlı’nın zayıflık sorununu çözememiş, aksine her düzeltme hamlesi başka bir parçanın bozulmasına yol açmış, devleti uzun bir karışıklıklar ve darbeler dönemine sürüklemişti. (Tanzimat’tan önceki yüz elli yıl boyunca hüküm süren on iki padişahın yarısının darbe yolu ile tahttan indirilmiş olduğunu not etmek gerekir.) Sonuçta, “köklü bir değişim yapmanın zorunlu olduğu” düşüncesi Osmanlı eliti arasında yaygınlık kazanmıştı.
Osmanlı toplumundaki sınıflar, milli bir dönüşümü gerçekleştirecek güçten mahrum oldukları için dönemin ıslahat hareketi de -aynı zamanda üst düzey bürokratlar olan- küçük bir zümrenin elinde şekillenmiştir. Bu zümre, tek çıkar yolu Batı’daki kurumsal yapıların Türkiye’ye kopyalamasında gördüğü için, akıl edilebilen en radikal hamle de Tanzimat olmuştur. Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa bu kesimin tipik bir örneğidir. Batı modeli ile yetişmiş biri değildir ama, dış işlerindeki uzun mesaisi ve daha sonraki diplomatik görevleri onu Batı kültürü ile yakınlaştırmış, Batı’da gelişen yeni ekonomik ve siyasi yaklaşımlara sempati ile bakmasını sağlamıştır. (Şerif Mardin, bir çalışmasında, liberalizmin o dönemdeki kaynaklarını baz alarak Paşa’nın bir liberal olduğu sonucuna varır)
Mustafa Reşit Paşa sadece Batı’ya değil, Batılılara da pek yakın bir isimdir. İngilizler ile ilişkisi şaibelere yol açacak denli içli dışlıdır. İngiliz diplomatların Mustafa Reşit Paşa’nın Hariciye Nazırlığına getirilmesi için saray nezdinde girişimlerde bulunduğu bilinmektedir. İngilizlerin diplomatik yazışmalarında, Paşa’nın İngiltere’ye yakınlığından övgü ile söz edilmektedir. Mustafa Reşit Paşa, bugüne dek gelen “Batıcı bürokrat” tipinin ilk örneği olarak görülebilir .3
Tanzimatın sonuçları
Tanzimat’ın sonuçları her anlamda ağır olmuştur. Devlet siyaseten büyük güçlere daha bağımlı hale gelmiş, ekonomi tamamen yabancılara (ve onların acentesi gayrimüslimlere) terk edilmiş, eğitimde yabancı okullar sorunu, hukukta ikilik (dualite) başlamıştır. İmparatorluk bünyesindeki farklı milletlerin ayrılma eğilimi dursun diye girişilen Tanzimat uygulamaları, tam tersi bir etki yaparak bağımsızlık hareketlerini güçlendirmiştir.
Tanzimat’ın sosyal hayattaki mirası ise tüm kimliğini Batı taklitçiliği üzerine kuran ‘Bihruz Bey’ tipidir. Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’nda anlatılan Bihruz Bey, başlarda eleştirilen bir karikatür iken zamanla tüm sosyal hayata açıkça egemen olan bir genel tipe dönüşmüştür.
Tanzimat’ın belki de en ağır sonucu ise erbab-ı hirfet olarak bilinen esnaf ve sanatkarlar üzerinde görülmüştür. Baltalimanı Anlaşması ve takip eden dönemde ithal mallara tanınan imtiyazlar yüzünden ülkenin üretim alt yapısı tamamen çökmüştür. Örneğin, Tanzimat’ın ilk beş yılında Arnavutluk bö1gesinde mevcut 8600 tekstil tezgahının, 405 tezgaha düştüğü bilinmektedir. Diğer bölgeler için de durum aynıdır.
Tanzimat’ın en vahim mirası ise -ileride de ele alacağımız- taklitçi kafadır. Taklitteki başarısızlık, aşağılık kompleksinin derinleşmesine yol açar. Aşağılık kompleksi daha çok taklit etme arzusu getirir. Taklitçi kafa, bu kısır döngü ile iğdiş edilmiştir ve ne yazık ki Türk düşünce hayatının iki yüz yılına damga vurmuştur.
Tanzimat’ın eleştirisi
Tanzimat döneminin bitişi teknik olarak Mehmet Emin Âli Paşa’nın ölümü ile (1871) gösterilse de Tanzimat kurumlarının çoğu Osmanlı Devleti yıkılana kadar devam etti.
II. Meşrutiyet’e kadar devlet, çeşitli biçimlerde Tanzimat kurumlarına direnç gösterdi ancak bu, planlı bir hareketten ziyade zaman zaman ortaya çıkan refleksler şeklindeydi. Tanzimatçılıkın ilk eleştirileri büyük Balkan felaketinden sonra ortaya çıktı. 1913 senesinde başını Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Yunus Nadi, Fuad Köprülü, Ahmet Ağaoğlu gibi milliyetçilerin çektiği yazarlar, yıkımın sorumlusu olarak Tanzimat’ı gösterdiler. Türk tarihini, ananesini ve kurumlarını hesaba katmadan radikal biçimde Batılılaşmak devleti bir çıkmaz sokağa sürüklemişti. Türkiye’de milli düşüncenin bir mevzii olarak ilk ortaya çıkışı da aslında bu dönemdir.
Denilebilir ki modern Türk düşüncesinde Tanzimatçılık (ya da genle manada Batıcılık) milli düşünceden önce gelir. Balkan felaketi ve 1. Dünya savaşının ağır yenilgisine kadar aydınlarımızın sorunu başka alanlarda aradığı ve genellikle “yeterince Batılılaşmamış olmamızda” bulduğu görülüyor. Objektif koşullara uymayan bir Osmanlıcılık fikri ile oyalanmak, istibdat kalkınca tüm sorunların gideceğini sanmak gibi çocukça eğilimler de aslında aynı kafa yapısının bir sonucu idi.
Tanzimatçılığı hedef alan, milli bağımsızlık ve kalkınma önünde engel olarak gören düşünce milli mücadelenin liderliğini yürüttü ve Cumhuriyet dönemi ile beraber iktidara geldi. Yeni devlet, Tanzimat döneminde kurulmuş eşitsiz siyasi ve ekonomik ilişkilerin lağvedilmesi ve Tanzimat kalıntısı pek çok kurumun milli olanları ile değiştirilmesi anlamına geliyordu. Ancak bir devrim hareketi ne kadar sert olursa olsun tarihsel süreç içinde kökleşmiş tüm yapıları bir anda söküp atamaz. Zaten devrim programlarının en önemli başlıklarından biri de eski düzenin tasfiyesinde hangi yöntemlerin uygulanacağı ve hangi sıranın izleneceğidir.
Tanzimatçılığın geri dönüşü
Mustafa Kemal liderliğinin son bulması ile siyasi tercihlerin hızla eski düşünce referanslarına dönüş yaptığını görüyoruz. Nitekim, devletin Tanzimatçılıkla barışmasının bir işareti olan Tanzimat Konferansı Atatürk’ün ölümünün hemen ardından, Hasan Âli Yücel’in girişimi ile 1939 yılında toplanmıştı.
Tanzimat kafasının hortlaması, zaman içinde eski kurumların da -yeni formları ile- ortaya çıkması sonucunu doğurdu. Tanzimatçı düşüncenin Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan sonuçları güvenlik, ekonomi, kültür ve siyaset alanlarında Batı’ya bağımlılığı temsil eden yapılardır. Türkiye’nin yetmiş yıllık NATO üyeliği, ülke sınırları içindeki Amerikan üsleri, Avrupa Birliği aday üyeliği ve ona bağlı olarak gelen uyum süreci, Gümrük Birliği anlaşması, IMF ve Dünya Bankası ile kurulan ilişkiler, Batılı eğitim kurumlarının imtiyazlı halleri, eğitim müfredatımıza, basınımıza, sanat ve kültür hayatımıza egemen olan Batı merkezci bakış…
Tanzimatçılık Türk siyasi düşüncesinde hala çok kalabalık bir damarı temsil etmektedir. Hatta “bugün Tanzimatçıların gücü Tanzimat dönemindeki güçlerinden bile fazladır” desek abartmış olmayız. Çünkü Tanzimat döneminde Batı’da yetişmiş (veya Batılılar tarafından yetiştirilmiş) bir seçkinler sınıfı yoktu. Bugünse Batı’da ya da Batı’nın Türkiye’deki uzantısı olan okullarda yetişmiş, tüm düşünce ufku Batı’yı gösteren hayli kalabalık bir zümre sosyal hayatın köşe başlarını tutmuş haldedir.

Yeni Tanzimatçılığın gündemi
Yazının başında yaptığımız alıntıda İnalcık, Tanzimat’ın iki konu ile ilgili olduğunu söylüyordu: Azınlıklar ve Batılılaşma. Yeni Tanzimatçıların da aslen bu iki konu üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz.
Eski azınlıklar sorununun mirasını kaşımak
Bugün Türkiye’de iki yüz yıl önceki gibi bir azınlıklar sorunundan söz edilemez. Ancak, bu işin ekmeğini çok yemiş olan emperyalizm, bu mümbit alandan vazgeçmek niyetinde değil. Bunun için çağdaş Tanzimatçılığın ajandasındaki ilk madde Türkiye’de yeniden bir azınlıklar sorununun yaratılmasıdır. Bu işin iki boyutta yürütüldüğünü görüyoruz. Birincisi, Türk devrimi ile çözüme kavuşturulmuş olan eski sorunun mirası üzerinden açılan tartışmalardır. Batılılar, 1915 tehciri, Türk-Yunan nüfus mübadeleleri, Pontus çetelerinin bastırılması, Patrikhane’nin durumu ve Kıbrıs konusunda siyasi ve ekonomik taleplerden toprak talebine kadar uzanan geniş bir yelpazede Türkiye’ye yönelik düşmanca hamleler yapmakta, bizdeki Batıcılar ise Batı ile uyumlu ‘çözümlerin’ kabul edilmesi için çalışmaktadır. Yeni Tanzimatçılara göre bu sorunlar çözülmeden Türkiye’nin ilerlemesi mümkün değildir, devlet “geçmiş ile yüzleşmek” için bedel ödemekten çekinmemelidir. Atladıkları nokta ise bu konuların Cumhuriyet için artık bir sorun teşkil etmediği, çoktan çözülüp rafa kaldırılmış olduğudur. Tanzimat döneminde de Batılılar, böylesi bir gündemi dayatıyorlardı. Ancak o zaman hiç değilse belirli bir zemini olan gerçek bir sorundan söz ediliyordu, bugünkü Tanzimatçılarımız ise gerçekten olmayan bir sorunun gölge oyuncuları durumundadır.
Yeni azınlıklar icat etmek
Azınlıklar başlığındaki ikinci nokta, Batı’nın güncel bir azınlıklar sorunu yaratma çabasıdır. Bunun için de öncelikle yeni azınlıkların icat edilmesi gerekmektedir. Kırk yıldır sürdürülen etnik bölücülük programı bunun bir aracıdır. Türk milletini etnik kökenlere göre Türk, Kürt, Çerkez, Laz vs diye tefrik etme girişimine son yıllarda bir de Alevilik üzerinden bölme faaliyetleri eklendi. Bunların tamamının Batı’da üretilmiş olduğu gözden kaçmamalıdır. Batı’da Sovyet sonrası dönemde hakim olan siyasal düşünce, -emperyalizmin amaçları ile uyumlu bir şekilde- “etnisite ve kimlik merkezli” yaklaşımları geliştirdi, bunları izledi. Bizde çok geniş bir akademik çevrenin bu tür bölücülük tuzaklarına düşmesinin asıl sebebi bölücü olmaları değil, dünyaya Batı’nın referansları ile bakmalarıdır. Sonunda, yeni azınlıklar icat ederek Batı’nın programına uyum sağlama arzusu Türk siyasetinde bir çevre sorunu olmaktan çıktı, ana muhalefet partisini ele geçiren bir habis haline geldi. Çünkü son yıllardaki bağımsızlaşma hamleleri, siyaset ve akademi dünyasının Batıcı rezervlerinin muhalefete akıp orada temerküz etmesine sebep oldu.
Çağdaş Tanzimatçılığın kendini gösterdiği ikinci alan, tıpkı Tanzimat döneminde olduğu gibi Batılılaşma konusudur. Tanzimat’ın simgelerini hatırlayalım: Batı taklitçiliği, kültürde Bihruz Bey tipi bir yozlaşma, eğitimde yabancı okullar ve yabancı müfredat, ekonomide yerli üretici ve tüccarlar aleyhine yabancılara verilen imtiyazlar ve hukukta yerli ihtiyaçlar üzerinde yükselmeyen, yabancı normlara dayanan kanunlar. Batıcıların bu dört alandaki istekleri bugün de aynıdır.
Eğitim ve kültürde yeni Tanzimatçılık
Türkiye’de kültür-sanat alanına kabaca bakan bir göz, hakim pozisyonların hala çeşitli Bihruz Bey tiplerinin elinde olduğunu görecektir. Son kırk yılda, Batı taklitçiliği, özentilik ve yozlaşma adeta bu alanlarda yükselmenin bir kuralı haline gelmiştir. Son zamanlarda, devletin kültür-sanat alanında millileşme yönündeki adımlarının muhalefet tarafından alaya alındığını, milli kültüre olumlu bakan her işin “gericilik” damgası ile yaftalandığını görüyoruz. TV dizilerinden, devlet tiyatroları yapımlarına, opera repertuvarından geleneksel sporların canlandırılması çalışmalarına kadar her iş “geri” olmakla itham ediliyor. Üstelik, bunlar sanki Cumhuriyet’e karşı işlermiş gibi gösteriliyor. Bu yazının sınırlarını aşan bir konu olmakla beraber, Atatürk devrimlerinin tam anlamı ile Tanzimatçılığın karşısında olduğunu, kültür hedefi olarak “milli kültür terkibini” koyduğunu belirtmeliyiz.
Benzer bir durum eğitim alanı için geçerlidir. Yüksek eğitim kurumlarımız hangi amaca hizmet ettiğini tam olarak bilemediğimiz değişim programlarının elinde esir durumundadır. Son on beş yıl boyunca üniversite öğrencilerimizin ilk hedefi kaliteli bir eğitim almaktan ziyade bir değişim programı ile Avrupa ülkelerinde biraz vakit geçirmek haline gelmiştir. Okullar ve hocaların şuursuzca bunu teşvik etmesi, hatta bir başarı kriteri olarak görmesi ise tartışmaya değer bir noktadır.
Öte yandan, Türkiye adeta bir özel okullar cennetidir. Bunların en “itibarlıları” yabancı kökenli papaz okullarıdır. Ancak, Batı taklitçiliği bunlarla sınırlı değildir. Özel okullar, eğitim amacı olarak ısrarla “Dünya vatandaşı yetiştirmekten” söz etmektedir. Dünya vatandaşı diye kodlanan, aslında Batı tornasından geçirilmiş insandan başka bir şey değildir. Yerli özel okullarımızda henüz daha kendi anadilini düzgün öğrenmemiş olan çocuklar, tamamı yabancı dilden oluşan eğitim programlarına tabi tutulmakta, Noel’den Şükran Gününe kadar her tür Batı adeti ile kuşatılmaktadır. Maalesef devlet okullarımız da maddi olarak daha iyi durumda olan bu özel okulları taklit etmeyi marifet saymaktadır. Bu tip özel okulların özellikle muhalif toplum kesimlerindeki “laik eğitim” hassasiyetini istismar ederek güçlendiği gözden kaçmamalıdır. Çocuklara Atatürk fotoğrafları altında “cadılar bayramı” kutlattırmak, yeni Tanzimatçı kafanın en utanç verici tezahürlerinden biridir.
Ekonomide yeni Tanzimatçılık
Tanzimatçılığın, ekonomi alanında da dipdiri olduğunu ve özellikle muhalefet saflarında mevzilendiğini görüyoruz. Bu kesim, devletin son yıllarda yerli üreticiyi koruma yönünde attığı adımlara şiddetle tepki göstermektedir. Çok yakın zamanda yaşanmış iki tipik örneğe bakarak bu durumu kavrayabiliriz. Bunlardan biri otomobil vergilerindeki düzenlemedir. Devlet, son iki yılda otomotiv ithalatına tarife dışı bazı engeller getirdi. Bunlar motor hacimlerine ve fatura bedellerine konulan vergilerin düzenlemesiydi. Böylelikle Türkiye’de üretilen otomobiller daha avantajlı hale getirildi. Devlet, gümrük birliği anlaşmaları yüzünden gümrük vergilerini artıramıyordu belki ama, bu anlaşmaların kenarından dolaşmanın bir yolunu bulmuştu. Bu düzenlemenin iki yıl içinde hem otomotiv sanayine hem de dış ticaret dengesine çok olumlu etkileri oldu. Muhalefet ise, özellikle Alman menşeli otomobillerin üzerinde çok büyük vergi yükü olduğunu gösteren tablolar hazırlayıp bunun üzerinden yeni düzenlemelere karşı çıktı, hala da bu propagandaya devam ediyor.
Diğer örneğimiz, Varlık Fonu’dur. Varlık Fonu, zamanın şartlarına uygun bir milli ekonominin kurulması yönünde atılan bir adımdır. Çünkü bu fon sayesinde öncelikle devlet kendi varlıklarını daha verimli yönetebilecek, büyük yabancı fonların spekülasyonlarına karşı koruyabilecek. Varlık Fonu’nun bundan daha önemli olan işlevi ise bu fon yolu ile devletin ekonomiye doğrudan müdahale edebilecek olması. Dolayısı ile milli ve devletçi bir ekonominin kurulması için atılan olumlu bir adımdan söz ediyoruz. Yeni Tanzimatçılar, bu konuda da Batı’nın yanındadır. Böylesi uygulamaların bizi “Dünya’dan kopardığını” iddia etmektedirler. “Dünya” dedikleri ise, Batı’dan başka bir şey değildir.
Yeni Tanzimatçıların hukuk gündemi
Son olarak Yeni Tanzimatçıların hukuk alanındaki varlığını görüyoruz. Tanzimat’tan sonra hukuk sisteminde Batı’ya uygun düzenlemeler yapılmakla kalmamış, adalet mekanizması yer yer Batılıların siyasi baskılarına teslim edilmişti. Suça karışmış gayrimüslim çetecilerin serbest bırakılması, azınlıkları ya da yabancı şirketleri mutlu etmek için Türk devlet görevlilerinin cezalandırılması gibi pek çok hukuksuzluk yaşanmıştı. Bugün de özellikle Türk hukuk sistemi PKK ve FETÖ gibi terör örgütlerine yönelik etkin ve caydırıcı kararlar üretmeye başladıktan sonra, aynı yönde çabalar ortaya çıktı. Aslında Batı’daki terörle mücadele uygulamalarından hiçbir farkı olmayan bu hukuksal süreçler, Türkiye yapınca Batılıların hedefine oturdu. Eskiden sadece AİHM kararlarını uygulama baskısı şekilden gördüğümüz müdahalecilik, içerideki muhalefetin katkısı ile çok daha çirkin boyutlara taşındı. Bugün, Yeni Tanzimatçılar, Batılıları memnun etmek için hukukun en temel ilkelerinden vazgeçilmesini talep ediyorlar. Terör hükümlüsü Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması, FETÖ’cülerin görmezden gelinmesi gibi hukuk dışı istekler “adalet” başlığı altında dile getirilebiliyor. Muhalefet, bu iş için tarihinde görülmemiş denli büyük işlere kalkışarak “adalet yürüyüşü” benzeri eylemler düzenliyor. İstenenin, mahkemelerden hukuka değil, Batı’nın arzularına uygun kararların çıkması olduğu açıkça söyleniyor.
Tanzimatçılığın iki yüz yıldır değişmeyen iddiaları
Bundan yüz elli yıl önce Tanzimat’ın kazançları şöyle sıralanıyordu: Osmanlı Devleti’nin Batı’nın yardımını almasını sağladı, Osmanlıları demokrasi ile tanıştırdı ve onlara itibar kazandırdı. İmparatorluğun çöküşü ile beraber bunların hiçbirinin doğru olmadığı görüldü. Tanzimat Osmanlı ülkesine ne demokrasi getirmişti ne de itibar. Batı’nın yardımı denilen şey ise verdiğinden çok alarak en sonunda Sevr masasını kuran yağma politikasıydı.
Bugün Türkiye’nin bağımsızlaşma hamlelerine karşı çıkan muhalefetin yine aynı üç argümana sarılması dikkat çekicidir.
Yeni Tanzimatçılar, yüzünü Doğu’ya dönen Türkiye’nin Batı’nın yardımlarından mahrum kalacağını ve bunun da felaket getireceğini söylemektedir. Örneğin, S-400 savunma sistemini alan Türkiye Amerikan F-35 uçaklarını alamayacaktır, bu da askeri açıdan bir felaket demektir. Oysa gördük ki S-400’leri almak Türkiye’yi güçlendirdi. Üstelik, kısa bir süre önce bizzat ABD’li yetkililerin ağzından. F-35 projesinin bir fiyasko olduğu itiraf edildi.
Yeni Tanzimatçılara göre Türkiye’nin Batı blokundan kopması demokrasiden uzaklaşması demektir. Burada demokrasi denilen şey, kuramsal olarak Batılı liberal düzen, uygulama itibarı ile ise PKK ve FETÖ’nün özgür olduğu bir vahşi rejimdir.
Yeni Tanzimatçılar, tıpkı düşünsel ataları gibi, Batı’dan uzaklaşan Türkiye’nin itibarsızlaşacağını söylemektedir. Çünkü itibardan anladıkları Batılı basın yayın organlarında çıkan olumlu haberlerden, Batılı diplomatların sahte övgülerinden ibarettir. Oysa Batı basını ne bağımsız ne de tarafsızdır. Bundan iki yüz yıl önce olduğu gibi bugün de Türk’e benzemeyen Türkleri, Türk’e benzemedikleri için övmektedir. Aynı şekilde Batılı diplomat da kendini taklit etmeye çalışan dalkavukları ve onun ekonomik çıkarları ile ters düşmeyenleri alkışlamaktadır. Bağımsızlaşan ülkeler, bağımsızlık yanlısı siyasetçiler her zaman olduğu gibi bugün de Batı’nın itibarsızlaştırma kampanyalarının hedefindedir.
Notlar
- Halil İnalcık, “Tanzimat Nedir”, Yıllık Araştırmalar Dergisi, AÜ DTCF Yayını, 1941, s.238.
- Paris’te Bir Osmanlı Sefiri – 28 Mehmet Çelebi’nin Fransa Seyahatnamesi, İş Bankası Kültür Yayınları, 2016.
- Mustafa Reşit Paşa hakkında detaylı bilgi için bkz. Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK Yayınları, 2010.
* Bu yazı ilk olarak Teori Dergisi’nin Şubat 2021 sayıs yayınlanmıştır.
Yaay: @GaffarYakinca
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
Bir cevap yazın