Ben küçükken de çocuklar, kurban paylarını dağıtmaya gönderilirdi. Plastik poşetin icat edilmediği bir zamandı, üstü et dolu sinilerle kapı kapı gezer, kurban etini ‘asıl sahiplerine’ teslim ederdik.
Ne yalan söyleyeyim, hep zor gelirdi. Elim kolum koptu diye şikayet ederdim, et götürdüğüm insanların güzel sözlerini, dualarını da pek işitmezdim. Ama ben of puf yaptıkça anneannem başımı okşar “oğlum insan sevap kazanmaktan şikayet eder mi” diyerek gönlümü alırdı.
Şimdi kapılara kurban dağıtacak daha genç insanlar var artık. Bizim için zahmet de kalmadı sevap da. Yine de bazan “yeter ki o zamanlara dönebileyim, sırtımda bile taşırım kurban etini” dediğim oluyor. Bu benim hayalim tabi, iyi kötü bir hayat sürüp giderken her insan bir miktar özler geçmişin güzelliklerini.
Peki geçmişi olmayanlar? Daha doğrusu geleceği çalındığı için bir geçmişi olacak kadar yaşayamayanlar? Onları düşününce bizimkisi şımarıklıktan başka nedir ki?
Evet, Allah bize ömür verdi büyüdük. Bir de büyüyemeyenler var, Yasin gibi.

DİYARBAKIR’DA BİR KURBAN BAYRAMI
Güzelim Diyarbakır’ın kavurucu sıcağını birazcık geri çektiği, ruha şifa güz akşamlarından biriymiş. Hem de kurban bayramı imiş. Kurban eti dağıtıyormuş çocuk. İşi çoktan bitmiş de son bir telefon gelmiş… Üç beş yoksulun daha kursağından et geçsin diye, dönüp yüklenmiş geride kalan payları…
Vah çocuk! Meğer son yolculuğunmuş….
Babası fırın işçisidir. İki yüz kırk derece sıcağın karşısında çalışıp okutmuş oğlunu. Daha okutacakmış. Mühendis olacakmış Yasin. Aslına bakarsanız şimdiye olmuştu da. Belki askerdeydi belki de ilk stajında….
Ama olmadı…
Çarşılarda barış satan bezirganlar var ya hani, eş başkan, as başkan, yan başkan, alt sözcü falan… Çıkın dediler, vurun! Öyle vurun ki bir Müslüman evladı kalmasın! Ellerinde silahlar, palalar, bıçaklar, sopalar… Tarih öncesi canavarlar gibi insan avına çıktı “demokrat” kalabalıklar.
Sokak sokak kaçtı çocuklar. Kapı kapı sığınacak bir yer aradılar… Bir Allah kulu yok muydu kapıları açacak? Yok yok yok…! Ne çare, kapılar duvara dönmüş, Diyarbakır kör sağır olmuştu sanki korkudan.
BİR APARTMAN BOŞLUĞUNDA
Nasılsa bir apartman kapısı açılıverdi. Çocuklar apartman boşluğunda bekleşiyor. “Yoksul hakkıdır, emanettir” diye hala kucaklarında kurban etleri, kaçarken de bırakmamışlar.
Kapıları yumrukluyorlar, Allah rızası için açın…
Dara düşene bir kapı açmak nedir ki? Ne kadar basit, ne kadar sıradan bir iş değil mi? Ama korku belası işte, kimsenin eli kapının kilidine gitmiyor. Kimse bu masumlara “gelin çocuklar” diyemiyor. Diyarbakır ne ara bu kadar taş kalpli oldu?
Diyarbakır’ın kalbi yerli yerinde, gözleri yaşlı, vicdanı kanıyor, ama can korkusu kimselere el vermiyor. Çünkü herkes biliyor, bunlar gözü dönmüş bir sürüdür. Halkların Demokratik Katiller Sürüsü, ne vicdan bilir, ne insaf… ne de Allah korkusu. Kin güden domuzlar gibidir şefleri. Öldüm diyene bir yudum su vereni de, kapıyı açanı da, yapmayın günahtır diyeni de… Hepsini gözünü kırpmadan öldürür. Üstüne yoktur, “halk adına” halkı boğazlamakta.
Dışarıda gözü dönmüş bir kalabalık, büyüdükçe büyüyor… Ölüm çığlıkları tüm mahalleyi esir alıyor.
…..
Dallı güllü “özgürlük” masalları, çiçekli böcekli kanton türküleri, Moda’dan Cihangir’den havalanmış, Diyarbakır’a bir ölüm fermanı olarak düşmüş… Batı’da barış çiçekleri pazarlayanlar Doğu’da masumların gırtlağına sarılmış… Emir büyük yerden gelmiş, “halkların” partisinden: “Madem ki bizden değiller, o zaman ölsünler.”
Şeytanlar, iblisler birikiyor dışarıda. Gül yüzlü çocuklar, dualar ederek bekleşiyorlar…
Bir kurban bayramının son gününde, bir apartman boşluğunda….
İBLİSLERİN PENÇESİNDE
Nihayet insanlığa dair bir ses… Açılan bir kapının sesi… Bir kadın, ana yüreğinden belki de, dayanamayıp açıyor evinin kapısını… Gelin diyor, çabuk girin içeri…
En az onlar kadar korkmuş bir kadın bu.. kocasını arıyor, polisi arıyor… Terden sırılsıklam olmuş parmakları, titreyen elleri ile defalarca.. Yalvararak arıyor.. Kimselerden ümit yok, sadece geliyoruz, geleceğiz, bekleyin diyen boğuk sesler… Karanlığa karışan anlamsız sorular… Bir milyon yedi yüz bin insanın ortasında inanılmaz bir terk edilmişlik, akıl almaz bir çaresizlik…
…..
Yasin, ne düşündü acaba o anda? Anasını mı? Arkadaşlarını mı? Sabah her şeyin nasıl da her zamanki gibi olduğunu mu? Hala elindeki kurban etlerini düşünmüştür belki de… “Tamam artık kurtulduk, emanetleri de sahiplerine veririz Allah’ın izniyle”…
Heyhat! Nasip olmadı.
Kapıda sırtlanlar, çakallar, vahşi köpekler olsaydı merhamete gelirdi.. Ama bunlar Selo’nun askerleri, Figen’in adamları, Gültan’ın fedaileri… Merhamet onlara yabancı… Vicdan kitaplarında yazmıyor… Göğüslerinde bir kalp mi taşıyor bu adamlar, yoksa kapkara, tortop bir paçavra mı, kimse bilmiyor.
…..
Çocukların cansız bedenleri şimdi orada, sokak ortasında yatıyor. Bir pagan ayini gibi ter ter tepiniyorlar çevresinde. Sloganlar, marşlar, silah sesleri ve sıkılı yumruklarla…
Güneş battı ve Kurban Bayramı böyle bitti Diyarbakır’da. Artık gözleri kapalı, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme… En tatlı uykusuna dalmış gibi yatıyor Yasin.
Ve kurban etleri sahipsiz.
İNCECİK BİR KAN
Parlak medyalarda, humanist teşkilatlarda, entel kahvelerde Yasin’in adı yok. Silinsin, hatta mümkünse hiç olmamış olsun istiyorlar. Çiçeğin böceğin bile davasını güdenler, bize “Yasin’i unutun” diyorlar…. Efendim altı yıl geçmişmiş üzerinden, hesabı mı sorulurmuş!
Oysa kara vicdanlılar ne bilsin, değil altı, altı yüz yıl geçse kurumayacak bir kan sızıyor Yasin’in alnından. İncecik bir kan bu, zamana meydan okuyor ve vakitsiz düşen tüm masumların hatırası için, kalplerimize yürüyor.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
Allah sana rahmet eyledi şehidim…
Kaleminize yüreğinize sağlık Sayın Yakınca yüreğim sızlıyarak okudum ve evet hesbı mutlaka sorulmalı