Çav Bella türküsünü kaç yaşında ezberledim bilmiyorum. Arkadaşlarımla kaç kez söyledim bunu da hatırlamıyorum. Çav Bella, kendine devrimci diyen bir genç için hayli anlamlı bir şarkıydı. Bir araya gelinen hemen her ortamda tekrar tekrar söylenir, insanın kendine ve davasına olan inancını artırırdı.
FOURAS’TA ÇAV BELLA
Yirmili yaşlarımdan bir anı kalmış aklımda. Fransa’nın Atlantik kıyısındaki bir kentinde, farklı milletlerden bir grup arkadaşla yemek masasında hep bir ağızdan bu şarkıyı söylemiştik. Sahilin hemen bittiği yerde başlayan bir çayırlıktaydık, bir yaz akşamıydı, 98 ya da 99 yılı olmalı. Fransız bir arkadaş gitar çalarken herkes, aynı melodiyi kendi dilinde söylüyordu. Dışarıdan bakan biri büyük ihtimalle “bu ne kakofoni böyle” derdi. Ama, şarkının çok sade, çok tanıdık bir melodisi olduğu için masamızdaki curcuna bize tek bir ses gibi geliyordu. Nakaratlarda “Çav çav çav…” diye bağırarak yumruklarımızı sallayışımız hala gözlerimin önünde.
Bir de gece devam ederken Faslı bir arkadaşın yaptığı sürprizi hatırlıyorum. Çav Bella’yı Arapça sözleri ile söylemeye başlamış, ortalarda bir yerde bas bariton sesini iyice kuvvetlendirerek bir anda İtalyanca orijinaline geçivermişti.
Galiba şarkılar da şiirler gibi, en güzel hissiyatı yazıldıkları dilde veriyorlar, gerçek anlamlarını doğdukları lisanda buluyorlar. Çav Bella’nın orijinal adı Bella Ciao, 19. Yüzyılda İtalya’nın kuzeyindeki pirinç tarlalarında çalışan işçilerin şarkısı imiş. Sonra, faşizme karşı mücadele eden partizanlar, sözleri kendilerine göre değiştirip söylemişler. İkinci Dünya savaşından sonra neredeyse dünyanın her diline çevrilmiş, sol mücadelenin bayrak şarkılarından biri haline gelmiş.
Yeni bin yılla beraber solun pek çok değeri gibi Çav Bella da kültür endüstrisine leblebi çerez oldu gitti. Bir zamanlar, “içki masasında Çav Bella söylenmez” diye kavga eden “devrimciler”, barlarda pavyonlarda Çav Bella ile “ver coşkuyu” gösterileri yapar hale geldiler. Bu kısmı toptan vahim bir hikayedir, belki bir gün elimiz değer de yazarız. En son, bir TV dizisinde sırf “voliyi vurmak” için banka soyan bir çetenin “marşı” olarak gündeme geldi. Bir zamanların tüm sol sembolleri gibi artık bu şarkı da sadece tarihsel bir anlam taşıyor, mücadele ile arasında pek bir ilişki kalmadığı açık. Ama her halükarda güzel şarkıdır, güzel anılara katık olmuş her şey gibi güzeldir.
PORTO’DA EZAN SESİ
Bir de ezan sesi var. O da müziklidir ama, şarkı demek pek yakışık almaz. Ezan, Müslümanları ibadete çağırma yöntemi olduğuna göre, kilisenin çanından bir farkı yoktur diye düşünebilirsiniz.
Lakin, işin aslı başkadır. Çünkü Hristiyanlar üç yüz yıl boyunca gizli ibadet etmek zorunda kalmışlardı, 313 yılındaki Milano Fermanından sonra özgürce ibadet edebilir hale geldiler. Bunun için, ibadete çağrı vasıtası olarak çan, Doğulu değil Avrupalıdır. Sonrası da böyledir, Batının sesi, Batının ruhunu yansıtır, Doğununki ise Doğunun ruhunu. Batının bin yıllık barbarlık tarihi, çanları bir ibadet çağrısı olarak bile dekor haline getirdi. Bizde ise durum farklıdır, Doğu’nun kalbi ile gövdesi arasındaki ilişki Batı’nınkine benzemez. İlk kez okunduğu 622 yılından bu yana, bu coğrafyada milyon kez yankılanmış olan bu ilahi ses, alelade bir çağrıdan çok daha yüksek bir anlama erişmiştir. Mazlumlara herhangi bir marştan, türküden daha çok güç veren bir şey varsa o da ezan sesidir.

Bir gün gurbetteyken, hiç olmadık bir yerde ezan sesi duymuşum gibi geldi. Memleketten en az dört bin kilometre uzaktaydım. Çok bitkin, çok tükenmiş bir zamanımdı. Hiçbir şeyim yoktu ve başım, idrak edemeyeceğim kadar büyük belalara girmişti. Gecenin kör vakti sıçrayarak uyandım, ezan vakti değil, vakit olsa bile böyle bir şeyin ihtimali yok. Tüm şehirde tek bir cami var. Cami dediğime bakmayın, Mozambiklilerin bir mescidi ve ezan okunması yasak. Ama yatak odamın baktığı küçük bahçeden ezan sesi geliyor. Duyuyorum, eminim. Öyle tatlı bir ses ki… O buz gibi Kasım gecesinde sanki evdeymişim, memleketteymişim gibi hissediyorum. Bir hamle camı açmaya yeltendim ama sonra durdum. Bir kez çocukluğumda da böyle olmuştu da, pencereyi açınca ses kesilmişti. Başımı yastığa koyup ezanı dinlemeye devam ettim, en sevdiğim yeri gelmeden, “La İlahe İllallah” cümlesini duyamadan tekrar uykuya dalmışım.
Sabah, annemi aradım “ezan sesi duydum” dedim. Aslında duymak istediğim cevabı almak için aramıştım, başkasına söylesem “rüya görmüşsün” deyip geçerdi. Annem hiç “rüyadır, hayaldir” demedi, “duymuşsundur oğlum, ne güzel işte” dedi. Hala aynı fikirdeyim, kim bilir kimin yüzü suyu hürmetine, o gece yıkılmayayım diye geldi ezan sesi kulağıma. Bilmem nereden? Ben Üsküdar’da duyduklarıma benzetmiştim ama, belki de Balıkesir’den, Malatya’dan, ya da daha uzak bir yerlerden Buhara’dan Taşkent’ten… Ertesi gün, can çekişen bir hastaya kan verilmiş gibi dipdiriydim, ayaktaydım.
İNSAN NE İLE YAŞAR?
Evet, kan. Kan olmadan hayat olur mu, olmaz! Nasıl ki bedeni yaşatan, ayakta tutan kandır, ruhun da bir kanı var mutlaka. İlk bakışta görülmeyen, matematikle fizikle kavranmayan şeylerdir bunlar. Olmasa da olur zannedersiniz. Evet, hiç ezan okunmasaydı da, hiçbir gönderde ay yıldızlı bayrak olmasaydı da biz belki yine Türk, yine Müslüman olurduk. Ama yarım insan olurduk. Varlığımızın kocaman bir parçası eksik kalır, bir tür ‘nesnas’ olarak dolanıp dururduk. Dememi anladınız mı? Her gün duyduğunuz ve alelade bir ses sandığınız salanın, ezanın anlamı bu kadar zorlu bir şeydir işte. Bir İngiliz’in, Alman’ın, İspanyol’un var olması için belki böyle bir şeye ihtiyacı yoktur… Ama biz daha anamızın rahmine düştüğümüzde bu maya ile karılmışız, bırak Türk olmayı, Müslüman olmayı, ezansız bayraksız insan olmamız bile mümkün değildir.
Üstelik bu iş ne kadar ibadet ettiğinizle, camiye kaç vakit gittiğinizle falan da ilgili değildir. Ezan susarsa -abartmadan söylüyorum- en çok üç beş gün nefes alırsınız. Bayrak inerse en çok kendi ipinizi çekecek kadar takat bulursunuz. “Ya istiklâl, ya ölüm” lafı da aslında sadece bu basit gerçeği anlatmaktadır.
İşte bunun için, o minarelere değen yadırgı bir ses, -çok güzel bir türkü bile olsa- varlığımıza tecavüzdür. Kimi beş vakit, kimi cumadan cumaya camiye giden, kimi ise hiç yolu düşmese bile caminin, ezanın varlığı ile teselli bulan milyonlarca insanın ruhuna, benliğine yapılmış bir hakarettir.
MİDE BULANDIRICI BİR SORU
Camilerin ses düzenleri basit bir internet ya da radyo bağlantısı ile merkezi sisteme bağlanıyor. Kötü niyetli birilerinin bu sisteme sızması çok kolay. Hiçbir özel koruma önlemi alınmamış. Camilerde başka koruma önlemleri de yok, ne çevrelerinde polis var, ne de alarm sistemi… Kapılarında bile alelade kilitler dışında bir tedbir yok… Ama zaten neden olsun ki? Kim camilere saldıracak kadar alçalabilir?
Zor bir soru değil bu, aslında önemli bir soru da değil. Seksen milyonluk bir ülkeyiz, çoluk çocuğu bombalayacak kadar alçalan birileri çıkabildiğine göre, camilere küfür edebilecek hainler de çıkar. Belli ki bu iş de milleti birbirine düşürmek için planlanmış hayasız bir tezgahtır. Bu hainliğe yeltenen her kimse, güvenlik güçleri yakalar, adalet cezasını verir.
Asıl sorulması gereken ise daha mide bulandırıcı bir sorudur: Kim bu tecavüze sevinecek kadar alçalabilir? Kim bu rezil hakareti alkışlarla, gülücüklerle, alaylı eğlencelerle karşılayabilir?
* Bu yazı ilk kez deligaffar.com’da 22 Mayıs 2020’de yayınlanmıştır.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
İlk defa okudum , gaffar beyden , çok güzel yazmış, eline yüreğine sağlık.
Yazınız Her zaman ki gibi fevkalade,
yüreğiniz,
Rabbi Rahimimiz muhafaza-i Hıfz eylesin yüreğinizi.
Ve
Kaleminizi kudretli eylesin,
《Kalem》e , kasem eden Rabbimiz.
Ve Elbette
Hakk’ın yanında Hatırlı olunuz, inşâallah.
Ferasetli Kaleminizi tekrardan tebrik ederim.
“Bu Ezanlar ki dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. ” son sözümüz olsun.