Norköping’te paspasta yatan adama
Aşk acısı çeken insanlar ikiye ayrılırlar: bunun geçici olduğuna inananlar ve inanmayanlar. Ben her zaman birincisi oldum. Aslında sadece aşk acısı halinde değil, içinde bulunduğum her kötü durumda beklentim yılgınlığımdan yüksek oldu, umudum hüznüme galebe çaldı. Biliyorsunuz, umut, ekmek gibi, su gibi bizi yaşatan bir şeydir.
Belki de bu sebepten, insanların çoğu benim gibidir. En yıkılmış hissettikleri anlarda bile er geç bu yenilginin, bu ıssızlığın son bulacağını düşünürler. Doğrusunu isterseniz, ikinci türe girenleri de gördüğüm oldu, “dibi gelmez bir yalnızlık bu” deyip beklentilerini, hatta bazen daha da ileri gidip yaşam sayfasını kapatanları da gördüm. Ancak, dedim ya, bunlar sayıca azdırlar. Çoğunluk benim gibidir, sizin gibidir, bizler gibidir. Umutla içimizdeki fırtınanın durulacağı günü beklemek bize iyi gelir.
Ama bir de daha ileri gidip şansını zorlayanlar, beklemektense elinde fener aramaya çıkanlar vardır. Ben böyle biri olmadım, hiç bir zaman ne o kadar cesaretim, ne de o kadar hırsım oldu. Ama bunu yapabilenlere de her zaman saygı duydum.
Neyse efendim, uzatmayayım, zaten malumunuz en az laf söylenmesi gereken konulardan biridi şu aşk meşk mevzuları, sadede geleyim.
Size anlatacağım öykü çok uzun bir zaman önce çok uzak bir ülkenin küçük mü küçük bir kentinde yaşandı. İsveç’in ortasında bir yerde, kanal mı, nehir mi olduğu belli olmayan bir suyun çevresine kurulmuş Norköping kentinde.
İsveçliler geleneklerine ve gündelik rutinlerine fazlasıyla bağlı insanlardır. Bu bakımdan cumartesi geceleri mutlaka birlikte dışarıda yemeğe çıkılan ve yemekten sonra geç vakitlere kadar eğlenilen zamanlardır. Tarzınıza, tercihinize göre, ya dışarıda bir mekanda ya da bir ev partisinde arkadaşlarınızla, dostlarınızla beraber olur ve genellikle sabaha kadar içersiniz. Öte yandan, bulunduğunuz yere yeni gelmiş bir yabancıysanız cumartesi gecesini bir başınıza geçirmeniz de son derece olağandır. Çünkü İsveçliler, hiç kötü insanlar olmamakla beraber, biraz utangaç varlıklardır, sizi bir arkadaş olarak kabul etmeleri biraz zaman alır.

İşte size sözünü edeceğim yıllar yıllar öncesinde kalmış o karlı cumartesi gecesinde de ben, Norköping’e yeni gelmiş bir yabancıydım. Mahalle pizzacısında tek başıma bir kapalı pide kemirip herkesin ev partilerinin, kulüplerin yolunu tutmaya başladığı bir saatte evin yoluna düştüm. Vakit çok geç sayılmazdı, akşam dokuz on gibi olmalı. Kasım ayının sonları ancak kar biraz erken yağmış. Kentin pek dışında olmayan evime yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüyüşe varabiliyorum, hava o denli soğuk ki yarı yolda ısınmak için koşmaya zıplamaya başladım.
Evet, gayet iyi anımsıyorum, soğuk bir kasım ayıydı. Küçük bir parkın arkasında kalan apartmana koşar adım girdim. Yüzüme vuran sıcak havada biraz gevşeyerek nefes aldım. Kendime gelince ikinci kattaki daireme doğru çıktım, koridorun başına geldiğimde anahtarlarımı çıkardım, loş koridorun en sonundaki daire kapısına doğru yürümeye başladım.
İsveç’in böyle tuhaflıkları vardır, katlardaki daire sayısı her zaman iki ya da dört gibi makul bir sayı olmaz, bazen bir katta beş bazen yedi daire yer alabilir. Benim katımda da beş daire kapısı var. Bunun için koridor biraz uzunca. Artık koşmadan ilerliyorum. Birazdan sıcacık evimde olacağım, henüz Youtube falan yok ama bir sürü türkü kayıtlarım var, onları dinleyim sabahtan aldığım biralarımı içeceğim. İsveç cumartesi bizim için bu, ne öğrenciyiz, ne akademisyen ne de aileden almancı. Biz dediğim, yeni tür almancılar, mülteciler, göçmenler falan.. Zorunlulukla baş etmeyi öğrenmiş olanlar, İsveç’te, Almanya’da ya da Belçika’da cumartesi gecelerini yalnız geçirmeyi bilenler…
Tam kendi dairemin kapısına geldiğimde karşı dairenin kapısında bir karartı gördüm. İlk anda duyduğum korku tarife gelmez. Sırtımı duvara dayayıp soluklanarak baktığımda, orada, eni konu üç metre ötede komşu dairenin kapısında gördüğüm şeyin, paspasa cenin pozisyonunda yatmış bir adam olduğunu anladım. Benim geldiğimi duymuş olmalı ki kafasını doğrulttu. Tip olarak bana çok benzeyen, kıvırcığa yakın siyah saçlı, ince kapkara bir adam.
Afallamış halde birbirimizle konuşuyoruz.. Ursäkta mig! Mår du bra? Panik halinde “Özür dilerim” diyor bana, benim ilk tepkim “iyi misiniz” oluyor. Gerçekten de kötü bir şey oldu sanıyorum. İyiyim diyor, iyiyim , bir sorun yok. “Hemşerim, ne özürü, paspasta yattın diye özür mü dilenir” diyeceğim ama ne anlasın elin gavuru, nereden akıl ettiysem Türkçe “Türk müsün” diye soruyorum. Karşımdaki de sorduğum soruyu nasıl anladıysa, yine Türkçe “hayır, İranlıyım” diye yanıt veriyor. Tamam tamam aynı şey zaten deyip “ne diye yatıyorsun paspasta birader” diye soruyorum. Evet, aynen öyle birader diye soruyorum, “bırooder” diye, Farsçası gibi.
Ben öyle konuşunca biraz gülümser gibi oluyor ama belli ki kafası pek yerinde değil, yattım işte falan diye geveliyor… Neden bilmiyorum, belki tipini, sefilliğini falan kendime çok benzettiğimden, belki de kendi yalnızlığımdan, onu içeri davet ediyorum. Gelsene diyorum, bir kahve iç, ya da istersen biram var.
Afşin, adının Afşin olduğunu öğreneceğim daha sonra, içeri girdiğinde önce sadece kahve istiyor. Kahvesini verip karşısına geçiyorum. Shahram Nazeri’nin bir CD’sini koyuyorum. Kulakları dikildi, sen nereden biliyorsun bunu diyor. Bilirim ben diyorum. Biraz İran müziğinden falan söz ediyoruz. Sonra ben ikinci birayı alırken bir tane de ona getiriyorum, ve o ana kadar onu anahtarını kaybetmiş karşı komşum sanıyorum. Evet, neden bilmiyorum, o zaman, zihnim olayları bu şekilde tamamlamış
Karşılıklı oturmuş güzel güzel İran müziğinden, futboldan falan söz ederken, zihnimin bana küçük bir güzellik yaptığını, senaryoyu kendi kendine tamamladığını anladım. Anahtarını mı unuttun dedim Afşin’e, hayır dedi, burada oturmuyorum.
Buyur buradan yak, beni bir gülme aldı. O zaman niye yatıyorsun arkadaş komşumun paspasında, sapık mısın? Ben gülüyorum ama Afşin gülmekte zorlanıyor, farkındayım, sapık değilim diyor, sapık değilim, ama aşığım…
Off… Herhalde şu imansızın İsveç’inde en son karşılaşmak isteyeceğim tip aşık olmuş bir Ortadoğuludur. Ama biliyor musunuz, en son karşılaşmak istediğiniz şey aslında bir yandan en çok görmek istediğiniz şeydir de. Bu kaderle ilgili tuhaf bir çelişkidir, insanın kendi sonunu çağırması ya da en güzel günlerin hep felaketlerin içinden fışkırması gibi.
Tahmin edebileceğiniz gibi bu İranlı genç adamın kalbini çalan kişi komşum, -affınıza sığınarak ismini değiştirerek yazıyorum- bayan Gunilla Gustavsson. Sonraki yıllarda başkente taşınıp, ufak tefek bedenine bir boy büyükmüş gibi gelen tombulca bacaklarına rağmen meşhur Karolinska Hastanesi’nin en çekici hemşiresi olan kadın.
Her sabah kendisini görüyorum. Çok kısa ve utangaç bir selamlaşma. İsveçlilerin geneli gibi insan ilişkilerinde biraz muhafazakar biri olduğu belli. Ama bana karşı her zaman çok kibar. Kendisine dair -en azından Afşin’le tanışana kadar- zilde yazan adı dışında hiçbir şey bilmiyorum. Ah, bir de çamaşırhanede karışan çamaşırlar yüzünden, biraz yakışıksız bir biçimde, kış aylarında benim gibi ince pamukludan içlik giydiğini biliyorum.
Bundan sonrası hayli tuhaf, ya da kimbilir belki de çok sıradan bir aşk öyküsü…. Afşin’le Gunilla’nın yolları nerede kesişmiş de işler beni Afşin’le buluşturan o soğuk kasım gecesine kadar varmış… Haftaya devam ederiz mutlaka, şimdi o akşam Afşin’e ilk dinlettiğim şarkıyı dinleyin, Şahram Nazeri ağabeyimizden “bigarar”..Sözleri tanıdık birine, Mevlana’ya aittir.
* Bu yazı ilk kez deligaffar.com’da 21 Kasım 2015’te yayınlanmıştır.
Twitter : @GaffarYakinca
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar
Bir cevap yazın